-
Uzaklarda bir Balıkçı Köyü
Ege'de Yaz sıcakları bastırdığında serin yerlere doğru yaptığımız kaçış yolculuklarından birisi; Gölyazı'nın balıkçı köyü olduğu yıllardan
- Patikatrek
- Yol Hikayeleri
- Uzaklarda bir Balıkçı Köyü
Uzaklarda bir Balıkçı Köyü
Yaz sıcakları Ege’de kendini hissettirmeye başladıkça biz de kaçacak mekân arar olduk… Kuzey bölgeler daha serindir diye geçtiğimiz hafta sonu rotamızı Marmara’nın güneyinde şirin bir balıkçı kasabasına çevirdik. Son yıllarda artan popülaritesi dolayısıyla Gölyazı kasabası fotoğrafçıların ve gezginlerin vazgeçemedikleri uğrak noktası durumunda. Gölyazı; Bursa-Nilüfer İlçesine bağlı, Bursa-İzmir Karayolu 37.Km de eski adıyla Apollont diğer adıyla Uluabat gölü kıyısında bir yarımada üzerinde kurulu küçük bir balıkçı kasabasıdır. Köyün Tarihi, Roma dönemine kadar gider. Roma döneminden kalan bazı kalıntıları evlerin temel taşlarında görmek mümkündür. Tarihi ve coğrafi özellikleri açısından orijinal özellikler taşır. Eski Apollon Krallığının merkezi olarak bilinir. Bu şirin köyün günümüzdeki başlıca geçim kaynağı balıkçılık ve zeytinciliktir.
Eski zamanlardan hafızamda iyi izler bırakan Gölyazı’ya yeniden gitmek fikri ortaya çıktığında Fotoğrafçı arkadaşlarım “biz de varız “ diyerek peşime takılıp geldiler… Sıcak bir İzmir akşamında, gecenin saat 11.00’inde kaçarcasına ayrıldık şehirden. Ekip içinde Gölyazı’yı benden başka gören sadece bir kişi daha vardı… Bilinmez doğru başlayan gece yolculuğumuzun keyfini son anda karşılaştığımız gerekçesiz iptaller bile kaçıramadı… Son anda yaşadığımız bu sevimsiz durumlara alıştık artık ama anladık ki önlem almaktan da geri durmamak gerek bundan sonra… Not aldık; kara listeye dahil olanlar arasına üç kişinin daha adını yazdık…
Gölyazı’ya varış saatimizi sabahın ilk ışıklarına göre ayarladığımız için mola sürelerini olabildiğince uzattık. İzmir’den çıkarken geride sıcak bir hava bırakarak ayrılan bazı ekip arkadaşlarımız gece molalarında biraz üşüdüler… Sabah ezanı okunurken programladığımız şekilde tam zamanında vardık Gölyazı’ya…Yarımadayı ana karaya bağlayan köprüden geçip de koca çınarların çevrelediği küçük köy meydanına vardığımızda köy imamı sabah ezanını bitirmek üzereydi.Meydandaki balıkçı kahvelerinden birisi henüz yeni açılmış ve çay suyu da kaynamaya başlamıştı.Araçtan ayrıldığımız anda bazılarımız küçük meydana doğru ilerlerken köyün tek ekmek fırınından havaya karışan mis gibi köy ekmeği kokusu ve gölden koparak gelen yosun kokusu karşıladı hepimizi…Serin hava uykumuzu bir anda dağıtmaya yetti.
Sabah namazından sonra adeta koşarak sahile doğru gidenleri görünce takıldık peşlerine; onlar gündüzden göle bıraktıkları ağları toplamaya giden balıkçılardı. Herkes bir telaş içinde sahile kızaklanmış sandallarına doğru koşarken, bu koşturmacanın sebebini günün ilerleyen saatlerinde anlayabildik. Gölden en erken sahile dönen balıkçı, meğer saat 11.00 de yapılacak mezat için, avladığı balıkları erkenden sıraya sokmak için koşturuyormuş.Göle açılan her balıkçıyı tan yeri ağarırken fotoğraflamaya çalıştık…Hatta bu uğurda tepki alıp günaydın niyetine küfür bile aldık bazılarından; biz ise onları rasgele diyerek uğurladık göle.
Uyku mahmurluğundan kurtulamamış bir iki densizin edepsizce davranışını genelleştirmemek gerek diyerek üzerinde durmadık… Fotoğrafçının bildik kaderidir bu durumlar… Bugün sadece balık ve zeytincilik ile geçimini sağlayan Gölyazı’yı Gölyazı yapanın fotoğrafçılar olduğunu anlamayacak kadar akıl fukarası olanlarla fazla tartışmamak gerek…
Her bir Fotoğrafçının her bir karesini uzak yerlerde görerek Gölyazı’yı görmeye koşanların sayısı her geçen gün artacak. Ancak eğer Gölyazı halkı bu yeni duruma alışamaz ve sevimsiz şekilde tepki verenleri kendi içinde eğitemezse,o bildik şirin belde Gölyazı sevimli bir kasaba olmaktan çıkarak maalesef itici ve sevimsiz bir yer durumuna düşüverecek bizden söylemesi…Ama ben yine de soğuk ve yağmurlu bir sonbahar sabahında ilk defa uğradığım Gölyazı’da peş,peşe demli çaylarını yudumladığım balıkçı kahvesindeki sıcak yüzlü insanların memleketi olarak hatırlayacağım bu şirin beldeyi…
Tan yeri ağarırken göle açılan balıkçıların pat,pat motorlu sandallarının çıkardığı sesler asırlık Apollont gölünün geceden kalan durağanlığını bozarken bizler de kıyıda deklanşör sesleri cevap verdik onlara. Her sandala iki,bazen üç kişi binerek ayrıldılar kıyıdan şiirsel bir düzen içinde…
Gün doğup da gölün yüzü aydınlanmaya başladığında, sahilin hemen kıyısındaki mezat salonunun yanı başındaki merdivenlerin ucuna, elinde bir kağıt kalemle adamın biri gelip oturdu tahta sandalyesine…Gözleri göle doğru bakar,uzaktan birisini bekler haller içinde.İki kare fotoğrafını alırken sıcak bir “Günaydın” ile selamlaştık..Belli ki konuşma heveslisi;bizde sorduk; “herkes göle koşarken o neden burada oturup bekler ?” diye...” Ben gölden kıyıya yanaşan ve balıklarını mezat için getiren sandal sahiplerini sıraya koyarım, adlarını bu kâğıda yazarak” dedi…
Saat 04.45 de başlayarak göle açılan balıkçı sandalların dönüş anını da fotoğraflayan deklanşör sesleri nerdeyse aralıksız olarak saat 08.00’e kadar devam etti bütün sahilde… El telsizlerimizden anons yaparak ”Mola” dedik ve Çınarların altındaki kahvelerde buluşmaya karar verip toplandık… Bazılarımızı ne sıcak sabah çaylarının kokusu ne de gölden esen yumuşak rüzgar uyandırabildi… Masalara dayanarak gözlerini dinlendirenlerden birçoğu uykuya yenik düşmüş şekerleme yapıyordu… Masada içilmeyi bekleyen sıcak çaylar soğumasın dedik ve onların adına da yudumladık…
Gece yarısında İstanbul’dan arayarak “Abi ben de geliyorum “ diyerek bize katılan sevgili Emre ve ben bir köşede “ne var ne yok“ muhabbeti ile sohbete dalarken, kızlar da evden getirdikleri börekleri açtılar masalara… Çaylar tazelendi, zaman geçmiyor; adayı boydan boya dolaşmaya başladık ışık iyice yükselmeden.
Mezat yerine geldiğimizde balıktan dönen sandal sayısı da artmaya başlamış, sahilde kayıt tutan adamın elindeki defterin sayfaları dolup, dolup çevriliyor yeniden; “bugün 2 tona yaklaştı çıkan balık” dedi, meraklı bakışlarımızı görünce.
Saat tam 11.00 de başladı balık mezatı… Mezat’ı ben artırma yoluyla satış diye bilirdim. Meğer öyle değilmiş. Salonun orta yerine dökülen balıklara bakarak adamın birisi bir fiyat söylüyor, bir diğeri ise “etmez o kadar” diyor ve düşük fiyat veriyor.Bu fiyat kırma operasyonu bu şekilde sürüp giderken fiyatı ilk açan adamın sesi duyuluyor,”ederini verin balıkların yoksa göle atar yine size vermem” diye haykırarak…Bazen de tam tersi oluyor ve açık artırma usulü artıyor fiyatlar… Mezat devam ederken durmadan deklanşöre bastık ilginç anlar yakalamak adına… Öyle dalmışız ki etrafımdaki deklanşör sesleri artınca anladım ki başka bir grup daha gelmiş bizim gibi mezadı fotoğraflamaya… Yerlerimizi onlara bırakarak ayrıldık mezat salonundan.
Zaman öğleye yaklaşmakta iken acıktığımız anladık.Tam o sırada Ahmet müjdeli haberi verdi;”Ağabey köyde düğün varmış,düğün sahibi öğlen yemeğine davet etti bizi,yemekte İnegöl köfte varmış “ demez mi…Başta Cem olmak üzere bir çoğumuzun uykulu gözleri açılıverdi…Saat 12.00 yi beklemeye başladık… Saat tam 12.00 de mahalle içinde yükselen dumanları ve mis gibi köfte kokusunun takip ederek düğün evini tarif edilmeden bulduk…Ama ellerimiz boş ayrıldık..Servis gelin eve girince başlayacak dendi.Köfteleri fotoğraflayarak geçirdik zamanı biraz da…Artta kalan zamanı da sahilde çekirdek çıtlatarak harcadık…Telsizden servis başladı arkadaşlar anonsunu duyar duymaz sabahki balıkçıların koşturmacasını aratmayan bir hızda düğün evine doğru koşturmaya başladık topluca…
Köy meydanına dizelenmiş tahta masalarda İnegöl köfte,pilav,ayran ve Kemalpaşa tatlısından oluşan mönüyü nefes almadan yolladık mideye…Yemek sonrası düğünden de birkaç enstantane yakalamak için zoraki de olsa bastık deklanşöre…Baktık ki artık iş çıkmıyor ; anladık ki artık Gölyazı’dan ayrılma vaktidir;haydin servise…Saat 13.30 da Hoşcakal GÖLYAZI diyerek,yönümüzü Leylek köy istikametine çevirdik…Leylek köyün içinde leylek aradık,kimimiz onları yuvada kimimiz de havada gördü…Hadi hayırlısı.Gözlem evinin bahçesindeki kuleden baktık,bütün köyün etrafındaki sahili dolaştık,iki garip leylekten başka leylek ailesi göremedik toluca…Cem espriyi patlattı köy meydanında, “Leylek köy denince leyleklere çarparak yürürüz demiştim köy meydanında “diye…Kahvede oturan yaşlı bir amca hazır cevap ; sokaklardaki duvarlara asılı leylek resimlerine çarpmayın sakın”… kahkahalar yükseldi;dedik ki “artık uyumak zamanı …Dönüyoruz İzmir’e”
Sabah saat 04.45 de başlayan fotoğraf avcılığı nerdeyse tam tamına aralıksız 12 saate yakın sürdü… Leylek köyden ayrılıp da İzmir karayoluna girdiğimizde saat 16.00’ yı gösteriyordu… Bir ara ön koltuktan başımı geriye doğru çevirip baktım uyumayan bir şoför bir de ben kalmışız… “Kaptan ben de gidiyorum, yolun açık olsun” dedim ve bütün bedenimi sarıp sarmalayan uykunun kollarına bırakıverdim kendimi…
Saat 20.00 de İzmir’e geldik…
Bir sonraki durağımız “HAMURA ve ÇAMURA can verenlerin memleketi” olacak… Orası neresi mi? Web sayfamızın FOTO SAFARI bölümünü ziyaret ediniz efendim…
Bekleriz...