-
Trans Kaçkar Yol hikayeleri 1
Otuz yıllık maceralı yolculukların kısa kısa hikayeleri...Kimi zaman rotası kimi zaman insanları farklı; dağ da ben de aynıyız...
- Patikatrek
- Yol Hikayeleri
- Trans Kaçkar Yol hikayeleri 1
Trans Kaçkar Yol hikayeleri 1
İşte, alışık olduğum ve hep beklediğim o an… Telefonum durmadan çalıyor…İlk arayan Ali Doğan, arkasından Dilek…Hepsi de “aman eksik bir şey kalmasın !... “ derdindeler…Durmadan bir şeyler soruyorlar…Saat 16.00 oldu ve ben hala sırt çantamı hazırlamadım…Halbuki bir yıldır heyecanla beklediğim büyük yolculuk için geri sayım çoktan başladı. Biliyorum, bu gece gözüme yine uyku girmeyecek.Bin bir çiçekli dağ KAÇKAR,bizi bekliyor… Biraz sıcaktan, biraz da heyecandan olsa gerek, yatakta dönüp durdum sabaha kadar.Çalar saatimin sesi ile uyandığımda saat 07.00 idi.Otogara ilk ulaşan sevgili eşim Filiz ve ben olduk.Arkamızdan Dilek ve sonra Sadık geldi…Ali Doğan ve sevgili eşi Berna ise en son gelenler oldu… Anlattıklarına göre servis aracı küçük bir İzmir turu yaptırmış.
Ali baba ve Hale’nin işlerinden feragat edip bizi uğurlamak için gelişleri ince bir düşünce…Ve takıma ait olmanın en güzel örneği olsa gerek.Saat 10.00… Otobüsümüz perondan çıkmak üzere. Hüzünlü ve buruk bir ayrılış sahnesi ve otobüsün penceresinden sallanan eller…Yolculuk şimdi başladı…Sadık; bu yolculuğa ilk kez çıkıyor.Tıpkı Kerem,Ali Doğan ve eşi Berna, bir de son anda aramıza katılan Yüksel gibi… Dilek ise onlardan biraz daha tecrübeli, çünkü ikinci yolculuğu bu …Manisa ovası ve üzüm bağlarını geride bıraktık…İnsanlar 40 C sıcak altında birkaç salkım daha fazla hasat yapabilmenin telaşı içinde, yeşile boyanmış ovada arı gibi çalışıyorlar…Otobüsün penceresinden hızla kayıp giden üzüm bağlarına bakarken,”fotoğraf çekmek için tekrar gelmek gerek buralara” diye içimden geçiriyorum… Otobüsün içindeki tatlı serinlik, öğle sıcağının ovaya düşen yakıcı etkisini hissettirmiyor bize…Bedenlerimiz geceden uykusuz olsa da, hala enerji dolu…Sohbetin en tatlı zamanı…Geçen yılın anıları anlatılıyor yeni gelenlere, kim bilir kaçıncı kez …
Ne çabuk geldik KULA’ya… Sadık,eğer sıcak leblebi getirmese, hala anlamayacağız buranın KULA olduğunu…Mola yerinde yemek yemeden ayrılıyoruz…İştahımızı Afyon’un meşhur Cumhuriyet sucukları ile bezenmiş sucuk ekmek partisine saklayarak…Ama bu kez umduğumuz gibi olmuyor,çünkü kaptanımız Afyon’u pas geçerek molayı Sivrihisar’da veriyor…
Otobüsün Km. sayacı ile saatin akrep-yelkovanı adeta yarışıyor… Zaman akıp gidiyor,Ankara’yı çoktan geride bıraktık…Kızılırmak boylarındayız şimdi…Hani şu son zamanlarda Ankara’nın susuzluğuna çare olması düşünülen, Anadolu’yu bir boydan bir boya yararak aşan,geçtiği her şehrin pisliğini Karadeniz’e kadar taşıyan,içinde barındırdığı ağır metal atıkları ile artık etrafındaki ovalara hayat değil zehir saçan Kızılırmak var ya…İşte o… Her şeye rağmen etrafı inadına yeşil…Sen nelere kadirsin ey güzel doğa!...
Artık hava karardı… Kırıkkale yakınlarında, bozkırın ortasından uğurladık güneşi…Neredeyse 12 saatten beri yoldayız…Ve uyku kapımı çalmak üzere…
*** ***
Tatlı bir sabah serinliğine uyandım…Belli ki yüksekçe bir yerdeyiz…Günün ilk ışıkları yüzüme vurduğuna göre burası olsa olsa Erzincan yakınlarındaki olağan mola yeridir…Sabah çayını uykuya tercih ettim.Dışarı çıkmadım.Otobüs hareket ettiğinde ağırlaşan göz kapaklarımı zorla da olsa açarak, çevreyi gözlemeye başladım. Sağımızda coşkuyla akan nehir, nice türkülere konu olan FIRAT nehriydi…Yamaçlara düşen günün ilk ışıklarında ot biçen insan görüntüleri ne kadar muhteşemdi tanrım… Çayırlık alanlara öbek öbek yığılmış ot balyaları doyumsuz bir manzaranın karesi gib karşımdaydı ve ben makinemin deklanşörüne basmaktan acizdim.Gelecekte bir güne ertelediğim umutlarım, otobüsün arkasından koşarak gelirken,zaman zaman da ot biçen insan figürleri arasına karışıyor,koltuk altına aldığı tırpanını bileyleyen güneş yanığı yüzlü adamlarla koyu sohbetlere dalıyordu.
Otobüsümüz,Erzincan ovasında yol alırken artık zihnimin en ince ayarında “Erzincan’a girdim ne güzel bağlar…” türküsü tınılıyordu. Fırat üzerinde kurulmuş ahşap asma köprülerin en kuytu yerlerinde Mehmet’ler vardı nöbet bekleyen…Arkada Munzur dağları… Haberleri veren spikerin sesi yine iç yakıyor… Tunceli kırsalında devam eden operasyonlarda Mehmet’lerden ikisi daha şehit olmuş… dışarıdaki Mehmet’ler bu haberden habersiz… Eller tetikte…Namlular Munzur’a ve Munzur’dan gelen geçiş yollarına çevrili…İçeriden bir amcanın sesi duyuluyor… “Eskiden tam buralarda yolu keserler,ve yolcuların neyi var neyi yoksa alırlardı” diyor yaşlı adam…Amcanın gözlerine bakıyorum bir an…Şükran dolu hislerle bakıyor Mehmet’lere, biraz da ıslak,benim gibi…Son Mehmet köprü başında oturmuş,ağzında sigara,sıkı sıkaya kavradığı can yoldaşı koltuğunda,sırt çantasının yerde oluşu umurunda bile değil…Otobüsümüz vadi içinde hızla akıp giderken, o duruş hafızama takılı kalıyor…Ve hala canlı…Zihnimden silemediğim gerçek ise,biz dağlara zevk için giderken,onlar bizim bu zevkimizin daha uzun süreli ve sorunsuz olması adına bu dağlarda canlarını ortaya koyanlar…Boğazım düğümleniyor…
***
Erzurum otogarı hep aynı…Gecen yıldan bu güne değişen bir şey yok…Doğu Anadolu’nun daha uzak köşelerine gidiş için başlangıç noktası burası.Otobüslerin bagajları eşya taşıyan kamyonları aratmıyor.Koşuşturma gün boyu devam ediyor,aralıksız…Servis şoförümüz İsmail Hakkı henüz gelmemiş…Erzurum Tren garı terminalinde buluşmak üzere sözleşiyoruz…Yüksel sağ olsun, sırt çantalarımızı Terminal misafirhanesinde koruma altına aldırıyor…Erzurum içinde ilk durağımız Taş han… Oltu taşı imalatçıları… Bir iki kişi gruptan ayrılıyor Çifte minareli medreseyi görmek için…Biz de yükselen güneş altında fazla durmamak için Yakutiye medresesinin bahçesine,yeşillik ve gölgelik olan parka doğru çeviriyoruz yönümüzü...Erzurum’da zaman oldukça ağır seyrediyor…Park içinde ellerinde terazili birkaç çocuk bizi turist sanarak “Hello!..” diye selamlıyorlar… Demli semaver çaylarımız yudumlayarak İstanbul otobüsünün gelmesini bekliyoruz… Ali, Canan ve Gülin gelecekler.En geç saat 12.00 de gelmeleri gerekiyordu, ama saat 13.00 oldu hala ses yok… Açlığa daha fazla dayanamıyoruz ve bu kez de Erzurum’un meşhur Cağ kebabının tadına bakmak üzere daha önceden belirlediğimiz kebapçının yolunu tutuyoruz.Ardı arkasına geliyor kebaplar…Nefis bir et tadı damaklarımızda… Üzerine de cevizli kadayıf dolması… gözlerimiz açılıyor… Yüzler gülümsemeye başladı bile…Kebap şişlerinin bir bir Fotoğrafları çekiliyor İzmir’de kalan dostlara göstermek üzere…Zaman daralıyor…İstanbul’dan gelecek olan Üç arkadaşımız için birer Porsiyon Çağ kebabı paket yaptırarak ayrılıyoruz lokantadan…Saat 14.00 de Ali ve Canan geldiler…Gülin’in gelmesi ise bir hayli gecikti…Saat 13.10'da, en son o da geldi ve iki saat rötarlı olarak yola çıktık…
Erzurum-Yusufeli yolunu ilk gördüğüm andan beri çok severim…Erzurum çıkışında yemyeşil bir ovadan geçerken,yeşil çayırları biçmek için çalışanları izlemek, oldum olası farklı duygular yaşatır bana…Kışa hazırlık amacıyla balyalanan ot yığınları arasında gördüğüm insan manzaraları ilgimi çekmiştir hep… Bir hayli zaman kaybeden aracımız son sürat ilerliyor asfalt yolda…Tortum gölü kıyısına geldiğimizde gölün çekilen sularını gördük ve küresel ısınmanın etkilerinin yavaş yavaş da olsa ortaya çıkıyor olması içimizi burktu…O güzelim Turkuvaz rengi gölde su seviyesi nerdeyse 4-5 m gibi düşmüş ve göl içinde küçük adacıklar ortaya çıkmış…Gölün yapısı itibarıyla, su sporları yapmak için ne kadar uygun bir alan olduğunu tartışıyoruz aramızda, kısa bir süre…
Erzurum’da, sonradan aramıza katılan arkadaşlarımız için yaptırdığımız üç porsiyon çağ kebabının, Ali tarafından mideye indirildiğini öğrendiğimizde, açlıktan bayılmak üzere olduğunu söyleyen Gülin için zorunlu yemek molası veriyoruz Uzundere’de…Tabi Yine Cağ kebapçısında…Tortum Şelalesine girmekten vazgeçiyoruz…Hem zaman darlığı hem de suyun oldukça az olmasından dolayı…Sukavuşumu’na geldiğimizde Çoruh’a takılıyor gözlerimiz…Su debisi oldukça azalmış…Bir ay önce, delicesine coşkun akan Çoruh, sakin ve durgun, efendi, efendi akıyor… Kayıp ilçe Yusufeli,her zamanki durgunluğunu yaşıyor…Birkaç yıl sonra baraj altında kalacak olan sokaklarda hüzün dolaşıyor.Eski ve bakımsız evlerin yüzü gülmüyor…İnsanların da…Bölgenin vahşi doğal yapısı içinde, dere kenarlarına ve vadilerin kuytularına serpilmiş bahçelerde yetişen birkaç çeşit sebze ve meyveyi yetiştirerek günlük geçim derdine düşmüş insanları konuşuyoruz… Sarp yamaçlara serpiştirilmiş birkaç evlik mezralarda yaşam nasıl geçer,insanlar buralarda nasıl yaşar ve modern çağın hangi teknolojisinden faydalanırlar ? düşünceler ve sorular bir biri ardına sıralanıyor…İçimi yine o tanıdık hüzün duyguları sarıyor…susuyorum…boğazım düğümleniyor…
Sarıgöl’deki yörenin tek ekmek fırınında, ayrılmayan ekmeklerimizin kavgasını yapıyoruz…Öyle ya!..Dağda geçecek beş gün içinde ne yer ne içeriz !... Az önce "onca insan, o yoksulluk içinde ne yer, ne içer " diye düşünen sanki biz değilmiş gibi… Yesek ne olur, yemesek ne olur…İnsan iste…Allah’tan,Yaylalar köyündeki Bakkalda ekmek olduğunun haberini aldık da tartışma bitti…Hava karardı…Çok geç kaldık…Barhal vadisinin doyumsuz güzelliğini seyredemeden yol alıyoruz…Yol uzun ve bitmiyor…Herkes sıkıldı…Gecenin karanlığında varıyoruz Olgunlar yaylasına…Hemen geçiyoruz pansiyona…Akşam yemeğimiz de hazırlanmış…Odalara yerleşir yerleşmez sofrada buluşuyoruz…Yorgunluktan olsa gerek alelacele yeniyor yemekler de… Ve herkes odasına dinlenmeye çekiliyor…
Yarın oldukça zor bir gün olacak… Uyumak gerek… Osman amca bana yer ayırmamış…Pansiyonun dereye bakan balkonunda dere sesinden sabaha kadar uyumaya çalışıyorum…Tam uyudum derken gecenin ilerleyen saatlerinde ortaya çıkan ay ışığı, yatağımın olduğu balkonu ışık denizine çeviriyor…Ortalık pırıl, pırıl aydınlık…Gel de uyu…Ürperten bir serinlikte titriyorum…Gözlerim uykuyla oynaşıyor…
Zeynel AYDIN