-
Taş bağırlı Dağların Koynunda
Aladağlara taş bağırlı dağlar derken bir bildiğimiz var elbet; inanmayan gidip tanışsın,sonra döndüğünde gelsin bir çayımızı içsin konuşalım
- Patikatrek
- Yol Hikayeleri
- Taş bağırlı Dağların Koynunda
Taş bağırlı Dağların Koynunda
Aladağlar; Türkiye’de dağcılık sporu yapmak isteyenlerin anaokulu, Anadolu coğrafyasının taş bağırlı dağları. On yıllar önce başlayan tanışmışlığımızdan bu yana akraba kaldığım dağlar. Orama burama batan taşlarına aldırmadan, ana kucağındaki huzur ile koynunda uyuduğum ve olanca vahşi görünümüne rağmen içinde keyifle yol aldığım, doruklarına baktıkça "Hiçlik" mertebesine erdiğim dağlar... Haydi hep birlikte birkez daha gidelim taş bağırlı dağların kucağına, ana ocağına gider gibi...
2017 yaz dağcılığı programını yaparken dağdaşlarımın da arzusu üzerine ilk kez 2002 yılında, elimizde bir adet 1/25.000 lik harita ile iki kişi geçtiğimiz Aladağlar Transit dağ yürüyüşümüzün tekrarına karar verdik. 2002’deki ilk yürüyüşümüz aslında dağı tanıma ve bir keşif yürüyüşüydü ki aslında olmayacak bir şey yaptık; İzmir’den kalkıp otobüsle Niğde’ye gelerek ve geldiğimiz günün tam ortasında yani saat 11.00 gibi ağır kamp çantalarımızı da sırtımıza alarak dağa girdiğimiz, iki tam güne sığdırılan çılgın bir etkinlikti. Belki de o yüzden olsa gerek dağa alışmadan, dağı gözlemlemeden ve hiçbir aklimatizasyon çalışması yapmadan dağa girmenin organizmamda yarattığı tahribatın hala izlerini taşır belleğim…
Tam dört yıl sonra 2006 nın bir Haziran ayında Sinop’lu dostlarıma söz verdiğim için aynı rotaya tekrar girdik; Yıllar sonra bugün 2017 nin Haziran ayında tekrar girmek kararı aldığımız Aladağlarda, 2.090 m rakımlı Sokullupınar bu rotanın klasik giriş noktası olup, zorluk derecesi düşük olmakla birlikte 3.450m’ye kadar yükselerek dağı aşmak gerektiği için aynı gün içinde 1.400m gibi bir rakım yükselişi söz konusu ve esas zorluğu da oradan gelir. Eğer yeteri kadar hazır değilseniz ve üstüne üstlük bir de yüksek tempoda rotaya girer, mademki geldik diyerek Embler (3.723m) zirve tırmanışını da programa eklerseniz yüksek dağ hastalıklarına yakalanma ihtimaliniz de bir o kadar artar. Tüm bu ihtimalleri göz önünde bulundurarak, dağı da tanıyor olmanın avantajıyla programımız erken planlandı ve katılımcıların motıvasyon çalışmaları ile birlikte fiziki hazırlıklarını aynı süreçte kontrol edip yönetme imkânı da bulduk… Şanslıydık; çünkü etkinlikte yer alacak arkadaşlarımızın hepsini günü birlik doğa yürüyüşlerimizden tanıyorduk ve takımı oluşturma aşamasında seçim yaparken özel olarak çalıştık. Her zaman dört dörtlük bir takım yapma imkanımız olsa da aralara deneyimsiz ama istekli, motive olmuş yeni arkadaşlarımızı alma alışkanlığımızı bu programda da yerine getirerek ilk kez katılacak olanlara yer açtık.
Hangi dağ olursa olsun, dağa gitmenin felsefesi farklıdır bizde; sanki kutsal bir hac yolculuğuna çıkıyormuşçasına özenle hazırlanır, henüz dağa girmeden dahi dağcılık sporunun gerektirdiği yüksek disiplinle dağa girer, dağda kaldığımız süre içinde sadece yol rehberimize tabi olup onun aldığı kararlara koşulsuz itaatle hareket etmek ana ilkemizdir… Ancak koşullar hafifleyip de, dağın keyfini çıkartmak gerektiğinde ise üstümüze yoktur; yine de dağ koşullarını bilerek şamatalarımızı bile bir disiplin bir kalite çemberi içinde yaparız ki, dönüş yolunda yaşadıklarımız ve dağda biriktirdiğimiz anılar hep güzel ve hatırlanası anlatılası birikimler olarak girer belleğe. Bir sonraki gidişe kadar da anlatılır durur masalsı bir dille.
Bu yıl, Ramazan bayramı daha bitmeden sırt çantalarımız düzenlendi; eksikler tamamlandı ve bayramı yaşamayı bile unutturan bir heyecanla son gününde, aniden bastıran yaz sıcaklarından kaçarcasına bindik servis aracımıza; gün geceye dönerken. Takım içinde bu rotaya kısmen giren sadece Filiz idi… Diğer arkadaşlarımın çoğu kendilerini bekleyenlerin ne olduğunu sadece anlatıldığı kadar biliyorlardı. O yüzden olsa gerek hepsinde bir heyecan bir merak… Bendeki heyecan ise başka bir boyuttan besleniyordu; her ne kadar Mehmet Şenol “ağabey sorun yok” dese de takımın deneyimsiz oluşu ve teknik malzeme almayışımız sebebiyle, olası kar geçişleri ve inişlerde sorun yaşama endişesi gerçekle yüzleşinceye kadar hiç geçmedi bende…
Mahmure, ta İstanbul’dan kalkıp geldi; günün sabahında, taze demlenmiş bir çay eşliğinde İzmir boyozu yiyerek heyecanını bastırmaya çalışsa da uzun bir gece yolcuğundan çıktığı için güne uykusuz başladı. Yetmez gibi üstüne bir de 12 saatlik Niğde yolculuğu eklenirse iki gecelik uykusuzluk, ilk kamp gecesi de çadır hayatına alışık olmadığı için geçecek bir uykusuzluk gecesi onun henüz dağa girmeden bütün enerjisini harcaması demek olacaktı ki Allahtan Ayşe yetişti imdada, alıp götürdü eve; uyusun biraz diyerek.
Gittiğimiz günlerde Egeyi yakıp kavuran sıcaklardan kaçar gibi gecenin serinliğinde yol alarak sabah erkenden Niğde şehir merkezine ulaştık ve Seval’in günler öncesinden ayarladığı çorbacıyı aramaya başladık.Niğde çarşısındaki Beykoz çorbacısında bol sarımsaklı işkembe çorbası içerek tarihe bir not daha düştük. Eksik gedik ne varsa ilk açılan marketlere dalarak tamamlandı; bu kez yönümüz Aladağların sarp yamaçlarına bakarak gününü gün eden Çamardı kasabası. Çukurbağ köy sapağındaki benzincide Mehmet’in traktörle gelişini beklerken kokulu Niğde gazozları da içildi; gazlı gazlı… Mehmet Şenol ile 2000 li yılların başına kadar uzanan bir dostluğumuz var; öyle ki daha emeklerken fotoğraflarını çektiğim oğlu Recep bizi yarın Dağa götürecek, katırlar ile eşyalarımızı taşıyacak iki gün; hey gidi yıllar hey, bu nasıl bir hız, anlatıverin hele bana…Neyse anılara dönersek çıkılmaz içinden…Mehmet daha aylar öncesinden sipariş ettiğim Elma ağacını büyütmüş saksıda. Çaylar içildi, kirazlar yendi bahçedeki ağaçlardan ve yolcu yolda gerek diyerek tekrar traktöre binilerek dağa giriş yerimiz olan Sokullupınar kamp alanına ulaşıldı; tozlu topraklı yolda. Öğlen güneşi altında çadırlar kuruldu; lakin çadıra girip dinlenmek ne mümkün, yumurta pişer içinde. Ana kamp çadırı olarak kurulan kıl çadır sanki daha bir serin; içindeki çakıl taşlarına aldırmadan sere serpe dağıldık ve herkes bir köşeye kıvrılıp uykunun o çıldırtan cilveli hallerine yenik düşüverdi.
İlk günün yorgunluğu ve heyecanı geçince, çadırımızın tam karşısında devasa duruşlarıyla hadi gel diyen 3.700 lük zirvelere biraz olsun yaklaşmak ve ertesi gün zorlu geçeceğini bildiğim tırmanışlar için yüksek dağa uyum (Aklimatizasyon) olur diyerek kamp alanından ayrılarak taş bağırlı dağların koynuna doğru biraz olsun yaklaşmaya karar verdik. Aslında çok basit ve kısa olan bu rotayı bilerek zorlaştırıp biraz da uzatınca ertesi güne kimlerin hazır kimlerin umutsuz vaka olduğunu da görme şansı buldum. Aslına bakarsanız eğer dağcılık disipliniyle hareket edecek olsam takımın yarısını dışarıda bırakmak gerekirdi; lakin onlara olan güvenim yine de tam ve bir sağlık sorunu yaşamazlarsa düşük riskli bu rotadan hep birlikte çıkabileceğimize inanıyordum. Onlara bu şansı vermez isem bu deneyimi başka nasıl kazanacaklar diyerek kaldırabileceğim kadar risk üstlenip ertesi gün tam takım rotaya girmeye karar verdik.
İlk günün akşam yemeğini bizim o şamatacı bildiğiniz hallerimiz içinde kıl çadırda hazırlayarak yedik; ertesi günü bir kez daha sözlü olarak tüm takıma anlattım; rotada nelerle karşılaşabileceklerini risklerin neler olduğunu dilim döndüğünce… Pür dikkat beni dinleyen gözleri görünce işimizin o kadar da zor olmadığı kanaatine vararak çadırlara girdik. Takımda birçok arkadaşımın gece çadır toplama deneyimi yoktu ve o yüzden toplanma süresini biraz uzun tuttuk. Sabaha karşı en geç 05.00 de rotaya giriş yapmamız gerekiyordu ve küçük bir sapma ile gün aydınlanırken kendimizi patikada yürürken bulduk. Çanta ve kamp malzemelerimizi arkamızdan katırlar taşıyacak.
Yürüyüş ve tırmanış tempomuzu başlangıçta nasıl ayarlarsam çıkışı da aynı şekilde bitirmem gerektiğini bildiğimden, olası riskleri de hesap ederek olabildiğince düşük bir tempoda tırmanışa başladık. Karayalak vadisine girişte kapı diye adlandırdığımız 2.500m rakımlı noktaya geldiğimizde kamp alanından yaklaşık 400 m gibi yükselmiş olduk. Takımım bu rakımı yaklaşık bir saatte aldı ve zirve hariç Çelikbuyduran geçidine kadar toplamda 1.400 m lik bu yüksekliğe sorun yaşamadan kaç saat içinde çıkabileceğimizin ipuçlarını da o anda hesaplama şansı buldum. Hazırlıklı ve ortalama bir sporcunun 4 saat içinde alabilmesi muhtemel olan hedef noktamıza biz 5, hadi bilemedin 6 saatte varırız hesabıyla varış saatimizi en geç 12.00 olarak yazdım belleğe.Bu süreyi kısaltmaya kalkmak tempoyu yükseltmek demekti ki o durumda Aklimatizasyon sorunlarının baş gösterme ihtimali de bir o kadar yüksekti.
İlk mola ve nabız kontrollerini Kapı girişinde yaparak rotaya girdik. Nabzı yüksek olan ( Sigara kaynaklı ) ama küçük dinlenmelerde düşme periyodu istikrarlı olan arkadaşlarım kendini belli etmeye başladı. Bu tempoyu biraz yükseltmenin ciddi sorunlar yaşatacağı aşikârdı artık. Takımda yer alan doktorumuz sevgili Mehmet Aktaş ve her zaman her durumda gülen yüzü ile yanımda yer alan hemşiremiz sevgili Ayşe Yıldırım’ın varlığı içimi rahatlatsa da tempoyu biraz daha düşürüp mola sayısını artırarak 2.060 m lik ana kamptan 2.900m rakıma yaklaşık 3 saatlik bir zaman diliminde vardık. Hepsini doğa yürüyüşlerinden tanıdığım yol arkadaşlarımın gün içindeki olağan, maksimum yükselme rakımına da böylece ulaşmıştık. Mola dedik ve enerji takviyesi ihtiyaç giderme vs derken süreyi biraz uzattım. Çelikbuydurana doğru kıvrılan son düzlüğe tırmandıktan sonra 3.000 m rakımlardaki görüş mesafesinin uzaması onları biraz olsun rahatlatır diye düşünüyordum ve kontrolü elden bırakmadan neşe içinde, espriler yaparak bazen de hedef şaşırtıp yüzlerdeki ifadeleri okuyarak yeniden tırmanmaya başladık; öyle ya, ısınan kasları soğutmamak henüz açılan nefesleri köreltmemek gerekiyordu.
Sorun yaşatma ihtimali olan arkadaşlarımızı kontrol amaçlı aralara yerleştirdiğimiz görevli dağdaşlarım, doktor ve hemşire arkadaşımızla sürekli göz temasında kalarak yeniden tırmanmaya başladık; vira bismillah…
Doğa yürüyüşlerinde dahi emniyet amaçlı bu uygulanın ne kadar yerinde bir karar olduğunu bir kez daha test ettik 3.050 m.lerde; çok arzu etmesek de… Karasay ve Eznevit zirvelerini arkamıza alıp da yönümüzü Çelikbuydurana doğru döndürdüğümüz anda geriye doğru baktım ve tırmanışın başından beri gözüm üstünde olan bir arkadaşımla göz göze geliverdik; “hocam başım dönüyor benim “ dediği anda ön ve arkasındaki görevli arkadaşlarımın kolları arasındaydı ve usulca uzattık yere… Kısa bir mola daha. Nabız kontrolleri yapıldı ve kan şekerinin düşmüş olma ihtimaliyle gerekli takviyeler de yapıldı; sıcak sıvı alımıyla desteklendi ve tam bayılma aşamasına varmadan toparladı kendini… Şükürler olsun; atlattık.
Tırmanışın son etabında tempoyu biraz daha düşürerek 3.460m lik Çelikbuyduran – Yedigöller aşıtına saat 11.30 da ulaştık; toplam tırmanma süresi 6.Saat 15 dakika… Sabah saat 05.15 de başlayan tırmanışımız küçük bir zaman sapması ile olağan şekilde tamamlandı. Arkamızdan soğuk esen şiddetli rüzgârdan kendimizi korumak amaçlı sığındığımız küçük bir çukurun içinde toplandık ve Öğle yemeği molası dedik… Herkes yorgun ama hedefe sorunsuz varmanın tatlı heyecanı var yüzlerde. Solumuzdaki Embler ( 3.723m ) zirve rotası ve doruklardaki bulut hareketleri gelmeyin der gibi bize bakıyor… Yaklaşık 300m lik son bir hamle; var mı gelen?… İstemeyenlerin sayısı çoğaldı; istekli olanlar ise acabalar içinde. Yedigöller kamp alanına kadar daha yürünmesi gereken uzun bir mesafe var; olası bir sakatlanma riskine karşı Embler zirveyi başka bir sefere bırakarak yönümüzü Yedigöller’e çevirdik; tam da o esnada eşyalarımızı taşıyan katırlar da aşıtta göründü… Rahatlamıştık. Öğle yemeğinde alınan takviyeler ile moraller ve motivasyon biraz daha yükseldi ve serbest stilde yürüyerek, bol, bol fotoğraf da alarak, küçük gölün yanındaki düzlük alanda, eriyen kar sularının oluşturduğu derelerin kıyısında çadırlarımızı kurduk. Su buz gibi, vücut sıcaklığına ulaşmadan içmek yasak, yorgun ayakları suya sokmak ise Hipotermi’ye davetiye çıkartır; lakin yine de ayaklar suda; kimse 10’a kadar sayarak dayanmaya çalışmasın deyip izin verdik; her şey kontrol altında. Kamp alanında üç kişilik bir ekip daha var; kısa bir tanışma faslından sonra dün gecenin hava durumunu da öğrendik; şiddetli rüzgâr, haydi hayırlısı diyerek dinlenmek üzere çadırlara çekildik. Rakım 3.000m, hava açık ve güneşli, sıcaklık 23 ‘C lerde; rüzgâr K.Batı istikametinden ara, ara şiddetli…
Anadolu insanı üzerinde dağların hep özel bir yeri vardır. Öyle ki Anadolu’da dağlar, kimine göre delik deşik edilen, kimine göre un ufak edilerek kalburda elenen, bir sevda uğruna Ferhat’ın baştan aşağıya yardığı, Karacaoğlan’ın mor sümbüllü dağlarıdır… Kimine göre içinde bir kaybolmuşluk anı yaşanırken yalvar yakar yol istenen başı yüce yüce karlı dağlardır… Bizim üzerimizdeki etkisinin neler olduğunu dile getirdiğimiz onlarca yazımız var (www.patikatrek.com ) ; şimdi tekrara düşmeyelim… Yazının başında dile getirdiğimiz gibi hangi dağın koynuna girip de doruklarına doğru baktığımızda “Hiçlik” mertebesine varabilmektir gaye. İlk kez dağa girdiğim her yol arkadaşım bu huyumuzu bilir ve dağa hep aynı saygı çerçevesinde bakar oluruz; gönül birliği içinde. Aladağlar coğrafyası Yedigöller Platosunu çepe çevre sarıp sarmalayan taş bağırlı zirvelere bakıp kaldıkça, aynı duygular içinde bir kez daha yüzleşiriz kendimizle. Platonun tam ortasındaki göllerin arasından bir kule gibi yükselen Direktaş’ın göllere yansıyan 3.510m lik devasa kütlesini fotoğraflamaya çalışırken aklımızdan daha neler, neler geçer de dile gelmesi başka bir sefere diyelim artık.
Platodaki bir gecelik sefamız, şiddetli rüzgârın yarattığı tedirginlik dışında sakin geçti. Dağ olağan misafirperverliği içinde ağırladı bizi… Sabah erkenden kalkıp, çadırlar toplandı, ayaküstü kahvaltılar yapıldı ve güneş yüzünü göstermeden yola düştük yeni baştan; yine de geç kalmıştık hareket için. Çünkü bu gün yolumuz iniş olsa da güneşe karşı oldukça dik bir vadiden Hacer Ormanlarına inerek bir gece de bu doğa harikası coğrafya içinde konaklayıp, bu mevsimde ormanı yaylak olarak kullanan Yörüklere misafir olacak bolca da fotoğraf çekecektik.
Gölleri arkamıza alıp, Direktaş’ın tam dibinden geçerek yürüdüğümüz patikaları kesen kar birikintileri hızımızı yavaşlatıyordu. Çünkü takım sert kar yürüyüşü için donanımlı değildi ve “buraya kadar bir sorun yaşamadık son metrelerde bir terslik olmasın” diye biraz da aşırı temkinli davranarak, çevremizi kaplayan devasa kaya bloklarını da seyre dalıp fotoğraf alarak Hacer boğazına ulaştık. Üç güden beri yeşil bir yaprak dahi görmeden yol aldığımız bu kıraç taşlı coğrafyadan sonra şimdi ayaklarımızın altında uzayıp ufka kadar giden bir yeşil vadi adeta cennet bir vaha gibi geldi gözümüze… Metrelerce yükselen kaya bloklarının dik yamaçlarına serpiştirilmiş ağaçların oralara nasıl tutunduğu, nereden beslenip nasıl yaşadığını düşünürken epeyce dinlenmiş olduk. Güneş tepemizde yükselmeye başlamış ve artık yakıcı etkisini iyice hisseder olmuştuk. Dik yamaçlardan kıvrıla, kıvrıla sürüp giden iniş, ayaklarımızın altında adeta bir bilye vazifesi gören küçük taşlar, güneşin tepemizdeki yakıcı hissi, su stoklarımızın bitmesi ve rotanın bu bölgesinde su kaynağı olmaması bizi oldukça yavaşlattı. Hepsinden öte, düşme riskinin yüksek olması ve dikkatsiz bir düşüşün de başımıza açacaklarını arkadaşlarımla paylaşarak yol almaya devam ettik. Vadi tabanına indiğimizde takım bir hayli yorulmuştu; az önce ayaklarımızın altında bir çöp misali görünen yüksek çam ağaçlarının serin gölgesinde mola demek iyi geldi. Son 100 m. Yörük çadırında içilecek soğuk ayran ve isli demlikte dem almış çay umudu ve hayaliyle motive olarak tamamladık: öyle de oldu. Yörük kadın Meral ve oğlu Mahmut keçi yoğurdundan yapılmış yayla suyunda soğutulmuş buz gibi ayranları bir biri ardına taşıdı durdu bize tas tas…
Hacer Ormanları, Aladağlar coğrafyasının taşlık kıraç yapısı içinde yol alırken karşınıza aniden çıkıveren bir doğal cennet. Dik kayalık yamaçlar arasında uzanan yeşil dokusu ile günübirlik yürüyüş ve doğa tutkunları için bulunmaz bir mekân. İçinde barındırdığı Fauna-Flora çeşitliliğiyle de oldukça zengin bir dokuya sahip. Bu farklı coğrafyadan, içinde geçirdiğimiz bir gece ve bir de gündüzü başka bir yazı ve anlatı konusu olarak bırakıp ayrılalım.
Bir buçuk saatlik bir traktör yolculuğu sonunda ulaştığımız Kapuzbaşı Şelaleleri asırlardan beri akan onlarca şelalenin doğallığı ve güzelliği kadar son yıllarda Turizm adına yapılan güya iyileştirmeler ve çevre düzenlemeleriyle tüm doğallığını yitirmiş; konaklama tesisi adıyla yapılmış çirkin yapılaşmalar sonucunda ise hızla kirlenen çok daha farklı bir Coğrafya şimdilerde. En son 12 yıl önce dağdan gelip de bir gece konakladığım eski halinden eser yok. O zaman da pek iyi olmasa da “bari öyle kalabilseydi” diyor insan.
Biz fotoğrafçı ve doğa gezginleri sanırım bu ülkenin doğa ve çevresine en çok zarar verilmesine sebep olan kişileriz. Deklanşöre basarak belgelediğimiz ve diğerleri de görsün diye şehirlere taşıdığımız fotoğrafların sayesinde o güzelim yerlere önce dozerler ve iş makinelerini sokarak, motorlu teneke kutuları içinde insanlar daha bir konforlu gelip görsünler diyerek, yol yapmak adına o güzelliği katledip çevre kirliliği kadar insan kirliliği de yaratma huyumuzdan vazgeçmedikçe, ben artık fotoğraflarımı saklıyorum. Yayınlasam da yer ve konum bildirmiyorum…
Sadece usulünce gidip görmek isteyenler dışında kimseyle de bilgi paylaşmıyorum bu da benim egoistliğim olsun… “Ama bu haksızlık bizim de oraları görmek hakkımız” diyen varsa buyursun gelsin; sıkı bir hazırlık ile peşimize düşüp, en doğal yollardan yürüyerek gitmek isteyen herkese kapımız açık.
Zeynel AYDIN
Patikatrek Doğa Sporları