-
Milas'ın Çiçek Başlı Kadınları
İnsan, doğası gereği merak ettiklerinin peşine düşer; Ege yöresi kültürünü yakından tanımak için biz de anayollardan ayrılanlar olduk...
- Patikatrek
- Yol Hikayeleri
- Milas'ın Çiçek Başlı Kadınları
Milas'ın Çiçek Başlı Kadınları
Dilimize dolanan birçok sözcük vardır ya hani, sıklıkla kullanıp da içini dolduramadığımız. Eski haline tanık olduklarımızın, zamanla değişime uğramış halini gördükçe, sıkça kullandığımız o sözcüklerden birisi de “Kültürel Değişim” dir… Toplumsal değişme ile kültür değişmesinin farklı şeyler olduğunu ya da benzer kavramlar olduğunu ileri sürenler mevcut olsa da, toplumsal yapıda ve toplumsal ilişkilerde meydana gelen değişmeler ile toplumun kültürel yapısındaki değişmelerin karıştırılmamasına inananlardanım; kısaca söylemek gerekirse “Kültürel başkalaşma” dır, kendime dert edindiğim… Biraz da “Geçmişini bilmeyen toplumlar, geleceğine yön veremez MKA) diyen o büyük liderin sözlerinden fazlaca etkilenmiş olmalıyım ki, geçmişin ayak izlerini arar dururum hep, ayak izlerimi bıraktığım yerlerde; beni buraya çeken asıl sebep nedir acaba? Diye sorgulayarak kendimi.
İşte bu inanmışlığın gereği olarak yollara düşenlerdenim, yaşadığım coğrafyada neler olmuş, bitmiş; izini sürüp fotoğraflamak için, kendimce bir uğraşı işte, yapıp yapmaya çalıştığım…
90’lı yılların sonunda yerleşip, beslendiğim Ege coğrafyasına göç ediş nedenlerimden birisi de budur belki; kim bilir? Belki de, Soyadımı aldığım bu topraklara beni çeken başka sebepler vardır, henüz bulamadığım… Kimisi vardır, kabuğunu kıran kaplumbağa misali, belki daha çok özgürlük, belki daha çok hafifleme duygusuyla alıp başını gider uzak topraklara; hiç öykünmedim ve merak duygusu dahi oluşmadı. Onca yıl içinde, hiç öyle bir duygu seline kapılmamış olmamın henüz keşfedemediğim, aslında keşfetmek için de pek uğraşmadığım duygu hallerim hiç olmadı desem...
Sanırım bizimkisi, biraz da baba nasihati olan, “insan tanımak ve insan biriktirerek zenginleşme” arzusu olsa gerek…
Bir dergi ya da gazete kesiği sayfaların içinde karşıma çıkan ve okudukça beni etkileyen Muğla-Milas yöresi haber-yazı içeriğinin o an, o zamanda karşıma çıkmış olması bir tesadüf müdür yoksa çizilmiş bir kader mi? bilemem… Zamanın meşhur arabalarından en mütevazi olanı ile yola düşmüş olmam da dün gibi aklımda; dedim ya zaman 90’lı yılların sonu… Aradığım köyün adı ise Ketendere, çiseleyerek yağan bir bahar yağmuru altında… Önceki yol hikâyelerimde anlatmışımdır nasıl bulduğumu, tekrara düşmeyelim. O gün başlayan yolculuk ile, yöredeki diğer dağ köyleri ve kuş uçmaz kervan geçmez denilecek kadar, kendi yalnızlığı içine hapsolmuş bir yaşam ve kültürel değer çeşitliliği içinde buluverdim kendimi; hiç beklemediğim kadar doğal ve bakir. O yıllarda, gittiğim ve gördüğüm yerlerde tanıklık ettiklerimi belgelemek adına, yanımdan hiç ayırmadığım 35mm Yashica fotoğraf makinem ile elde ettiğim o günün fotoğraflarını bugün sizlerle paylaşabiliyor olsaydım keşke; bütün fotoğraf arşivimle birlikte, o güzelim makineyle, üç beş neyim var, neyim yoksa alıp götüren zalim hırsıza, bugün ah etmesem de hala küfrederim…
Bölgenin “Çomakdağ” adıyla anıldığını öğrendiğimde ise başka bir merak sardı beni; ne kadar araştırsam da köklü bir dayanak olacak güçlü bir belge edinemediğim hallerde, isimden isim çıkartmak gibi bir âdetim vardır ki, ortaokul yıllarımda Türkçe öğretmenimizin bütün sınıfa oynattığı kelime bulma-türetme oyunlarımızdan kalma bir alışkanlık olsa gerek…
Çomakdağ isminin çomak ve dağ kelimelerinin birleşik kullanımından türetilmiş olduğunu Türkçe bilen herkes kolayca anlayabilir… Çomak, çocuk yıllarımdan tanıdık gelen bir isim; sopa, değnek demek; günlük hayatta ve oyunlarımızda sıkça kullandığımız, tanıdık bir isim. Bugün, bizim adına trekking dediğimiz uzun dağ ve doğa yürüyüşlerinde kullandığımız “Baton”un ilkel hali aynı zamanda… Anadolu’da konargöçer olarak yaşam sürdüren nüfusun, çobanların, hatta köy, köy dolaşan Anadolu dervişlerinin kullandığı araç gereçlere bakarsanız ellerinde sürekli bir sopa, değnek, öteki adıyla çomak taşıdıklarını da görürsünüz…
Türkmen ve Yörük isimlerini köklerine ayırırsanız; Türk-men (ing.Man), Yörük isminin de "yörümek", yürümek anlamı içerdiğini görebiliyoruz. Anadolu’da bugün hala yürüme eyleminin “Yörümek” olarak karşılık bulduğunu anımsar ve bölge halklarının da kendi kimliklerini Türk-men, Yörük ismiyle tanımladığını görürüz ki, “Yörük” isminin karşılığının da yürüyerek yaşayan insan anlamına gelen ve Anadolu'da kullanılan bir adlandırma olduğu sonucunu çıkartmak mümkündür, öyle değil mi? Yazılı tarih ve belgeleme kültüründen yoksun, daha çok sözel bir dil kullanma kültürüne sahip Anadolu insanının söylencelere daha çok önem verdiğini ve kelime oyunlarıyla türettiğimiz bu isimlerin kök karşılıklarının, bilimsel olmasa da mantığa uygunluğu tartışma götürmez…
Toparlayacak olursak bugün Milâs’ta, Çomakdağ köyleri adıyla bilinen 5 köyün ve ( Ekiztaş,Kızılağaç, Ketendere, Sarıkaya….) Milas yöresindeki diğer yerleşik Türkmenlerin ve göçebe Yörüklerin bu bölgeye 13. yüzyıl ortalarından itibaren Moğol istilasından kaçarak gelenler olduğunu varsayar ve tarih kitaplarından okuduğumuz kadarıyla, Selçukluların da, bu hareketli ve savaşçı kitleleri batıya, Bizans sınırına yönlendirmiş olduğunu düşünür, Menteşeoğulları beyliğinin, 1260’dan sonra, bölgedeki Aydınoğulları ile birlikte Selçuklular adına fetihler gerçekleştirerek o yüzyılın sonlarında Bizans’ın bölgeden çekilmesine ve Anadolu’nun fethine öncülük ettikleri de bilinen bir gerçek dersek, bugün bölgeyi yurt edinen Türkmen ve Yörük yerleşimlerinin, neden kendilerine yurt olarak dağlık bölgeleri seçtiklerini de daha iyi anlarız...
İsimden isim türeterek geldiğimiz ve “Çomaklı, Dağ köylüleri “ olarak adlandırabileceğim “Çomakdağ” köylerinin bendeki karşılığı budur; onca yıl tanıklık ettiğim, söylencelerden ve yaşlı nüfus ile gerçekleştirdiğim dinletilerden elde ettiğim bilgiler ışığında vardığım sonuç…
Çomaklı, Dağ Köylülerinin bugünkü torunlarıyla olan tanışıklığım ve onlarla kurduğum duygusal bağın yaklaşık 2000’lerin başından itibaren süre geldiğini yöre halkı, 2004-2007 zaman aralığında, bu kültürün tanınması, kendilerine has mimari yapı örnekleri ve süsleme sanatının genele duyurulması için fotoğraf sanatı, fotoğrafçılık bilgilerim ve organizatör kimliğimi nasıl kullandığımı ise fotoğrafçılığa gönül vermiş onlarca insan bilir…
Peki, bütün bunları neden yazıp, paylaşıyorum derseniz; dün, yani 25 Mayıs 2024 günü, tam tamına 15 yıl aradan sonra yeniden gittiğimiz Çomaklı, Dağ Köylülerinin, onca yıl sonra ve bir kez daha tanık olduğum bugünkü yaşam koşulları, köklerinden hızla uzaklaşan bu kültürün henüz yok olmamışken, sadece turizm adı altında değil, farklı dallardaki uzmanlardan oluşan bilimsel bir çalıştay ile sil baştan ele alınarak kalıcılığı ve sürdürülebilirliğinin sağlanması adına bir parantez açmak benimkisi… Yoksa gelişen dünyaya ayak uydurma gayreti, teknoloji kullanımı, Turizm adı altında ya da Ekonomik döngüler kılıfıyla bugün tanık olduğum rant savaşları, köklü bir kültürü kökünden uzaklaştırarak topyekûn yok etme sürecinde… “Kültürel başkalaşma…” ya inanmayıp da tanıklık etmek isteyen olursa "Çomakdağ bölgesini sarıp sarmalayan taş olacaklarının dağılımı ve yayılım haritasına bir baksın yeter..." derim...
Bugün köy girişindeki kahverengi tabelada “Çomakdağ” yazan ama asıl adı Kızılağaç olan köy ile tanışıklığım da o yıllardan olup, son beş yıl içinde hayatımıza giren Pandemi belasıyla, bu evrenden terki diyar eyleyen modellerimin yokluğu her ne kadar buruk bir hal yaşatsa da, kalanlarla yeniden karşılaşıp sarılmak, anılar denizinde kısa mesafeli kulaç atmak da ayrı keyif verdi; birlikte gittiğimiz ve yöreyi yeni tanıyan, yeni yüzler ile… 20 yıl kadar önce fotoğrafladığım, bugün müze ev olarak kullanılan, gelin geldiği evin duvarına astığı fotoğrafla ve sonraki gidişlerimizde eşiyle birlikte görüntülediğimiz solmaya yüz tutmuş bir fotoğrafla bizi kapıda ve ayakta karşılayan Fatma teyze ile yeniden buluşarak konuşmak ise bütün gün beni mutlu edecek en büyük ödül oldu. Elini öptük yıllar sonra, anılar dizi, dizi geldi yeniden; muhteşem taş işçiliği, ahşap boyama ve mimari örneklerin orijinal halde korunduğu örnek binanın insan sıcaklığı hala kendini koruyor… İnce bir ustalığın alın teri, el emeği her bir detay, durmuş bir zamanın simgesi gibi, hala ilk yıllarda gördüğüm gibi neredeyse ve yerli yerinde… Onca yıl içindeki gidiş gelişlerimde benden saklanmış olmalı ki, bu sefer ilk kez gördüğüm, köy çıkışındaki Mefaret ablanın dedelerinden kalma taş ev de muhteşem bir sanat eseri gibi saklanmış, hoyrat göz ve ellerden ki, görünce “iyi ki de öyle olmuş…” dedim…
Peki yok olan, insan eliyle bilerek ya da bilmeyerek yok edilenler neler mi? Vallahi dilim de elimde varmıyor; ne söylemeye, ne yazmaya…
“Söylemesi benden; bu kadar…” diyerek bitirelim yazıyı… Oysa o kadar çok şey var ki!
Üstelik bir de, "Milas'ın Çiçek Başlı Kadınları..." diye açmıştık yazının başlığını...
Zeynel AYDIN
İzmir Fotoğraf Akademisi