-
Kaçkar Trans Yol Hikayeleri
Kaçkar dağlarında yirmi yıldan fazla süren yolculuklarımızda öyle yerler gördük öyle vadilerini yürüdük ki hangisini hangi başlıkla yazalım
- Patikatrek
- Yol Hikayeleri
- Kaçkar Trans Yol Hikayeleri
Kaçkar Trans Yol Hikayeleri
Koca bir yaz gelip geçti; sonbaharın da son günlerindeyiz artık. Çok değil daha şundan birkaç ay önce, kaçkar dağlarının çiçekli patikalarında yürüdük geldik ama binbir çiçekli dağın o güzelim patikaları mevsimin ilk karı ile çoktan tanıştı artık; başı dumanlı anlı şanlı doruklar çoktan beyaz gelinliğini giydi bile.Adını zaman diye adlandırdığımız koca devran ne de hızlı dönermiş meğer; sevdiğimiz, değer verdiğimiz, önemsediğimiz bir çok şey göz açıp kapayıncaya kadar uçup gidiveriyor avuçlarımızdan. Daha dün gibi hatıramda Üçyüzlü günlerden başlayan geri sayım hikayemiz; sıfır noktasında gong çalıp da İzmir hava limanına uzanan çevre yolunda, sıcak bir gecenin sabahına uyanma telaşı, hava limanında bekleşen ekip ve daha önce defalarca gidip görmüş ve yaşamış olsalar da yüzlerindeki o taptaze heyecanı gözlemlemek ne kadar farklı bir duygu ki yaşanmadan anlatılmaz. Kutsal yolculuk başlamadan bir iki gün önce yaşadığımız sevimsiz minik bir kaza ile sol yanımın sağ gözü ben oldum birkaç gün... Dağ başlarında insandan uzak geçecek onbir günün heyecanı ile aslında hepimizin gözleri kapalı ya, onunkisi daha bir başka... Her sene oldugu gibi bu sene de ekipde yeniler var ; Necmi ve Suzan... Sol yanım ve ben artık unuttuk o unutulmaz kutsal yolculuğa kaçıncı gidişimiz olduğunu; Barış ve Ersin Ağabey iki, Atakan ise üçüncü gidişle tecrübeli oldular...
Sarı sıcak bir güne hazırlanan İzmir'den güneşin ilk ışıklarında ayrıldık... Ucak kabini içinde yaptıgımız espriler hep eski bir zamanın tekrarı gibi sanki.İki saate yakın yolculuğumuz esnasında Anadolu çoğrafyasını boydan boya aşıp yaz mevsiminin sarıya boyadıgı bozkırları ve Erzurum dolaylarında az da olsa yeşil kalan tarlaları geride bırakarak Dadaşlar diyarına ayak bastık saat 10.00 gibi; hava beklemediğimiz kadar sıcak mı sıcak ki, “bu yörede hayra alemet olmaz bu kadar sıcak,demek ki yağmur var yakında” diye geçirdim aklımdan. Her yıl Temmuz ayı içinde bolca çiçek arasında katettiğimiz İspir yolları bu kez sararmaya yüz tutmuş çayırlar ve kıyıda köşede kalmış birkaç çiçek ile karşıladı bizi...Bir kaç yıl içinde sular altında kalacak olan Çoruh kenarındaki yeşil bağlar ne durumda acep diye düşünerek ulaştık İspir'e. Yıllardan beri severek gittiğim bu şirin ilçe bende hep farklı duygular uyandırmıştı ama bu kez değerli yönetici ve idarecilerinin o güzelim Yedigöller platosuna 3.200 m lere yaptıkları o akıl almaz beton yoldan olsa gerek kendimi yabancı gibi hissetim sokaklarında...
Selim amca yine Kamyonet yollamış, bizi alıp getirsin diye; bir gece misafir olacağımız, eski zamanlardan zihnime kazınmış başka bir cennet köşe Sırakonaklar'a ..Çoruh'u dizginleyeceği söylenen ama bir çok insanın kafasında soru işaretleri bırakan Çoruh barajlarının şantiyelerinden kalkan toz duman o güzelim bağların yeşil yaparaklarını griye boyamış; metrelerce yükseklikte kurulan viyadüklerle birbirine bağlanan yalçın kayalıklı yüksek dağların bulutlara yakın tepelerine bakarak barajların su toplama işlemi sonunda oluşacak yeni durumları hayal ettim de aklım karıştı,üşür gibi titredim su altında kalacak milyonlarca yaşamış ve yaşanmışlığın akıbeti aklıma geldikce...Tozlu yollarda zaten deli gibi yol alan,Selim amcanın tekne kazıntısı, genç delikanlısı Resül'e daha bir hızlanmasını söyledim, sıkıştığı mengeneden kurtulmak isteyen ruhumu bir an önce özgürleştirmek umuduyla...
Kaçkar dağlarının Çoruha uzanan tüm güney vadilerine kurulan HES rezaleti ve yarattığı tahribata yeni baştan tanık olmak,yıllar önce “köyümüze yatırım yapılıyor” diye ses çıkartmayan yöre halkının bugünkü gerçeklerle yüzleşip de, hayal ve umutlarının kırılmışlığı sonunda geçikmiş isyanlarını gözlemlemek, Hodeçur vadisinin bir zamanlar badem,ceviz ve dut ağaçlarının yeşiline boyanmış tüm güzelliğini silip süpürdü zihminin dehlizlerinden. Akşamın olduğu saatlerde, evden uzakta kaldığı zamanlarda zaten sıkışıp bunalan yüreğim, daha bir hüzünle yıkandı yeni baştan; üç yüzlü günlerden başlayan geri sayımlarda hiç aklımıza gelmemişti halbuki bu durum...Hodeçur'un yüz yıllık evlerinde,gülen yüzler arasında nemli bir akşam vakti bu kadar hüzün biraz fazla geldi bana ve “uyumak istiyorum “ dedim, bir an önce...
Deniz seviyesinden kalkıp, aynı günün akşamında 1.700m lere ulaşarak konakladığımız bu güzel coğrafyanın ilk sabahında tatlı bir sürprizle karşılaştık ; sabah saatlerinde çiseleyerek yağan yağmur, ortalama 6-7 saat sürerek 3.100m lere ulaşacak tırmanışımız için pek de iç açıcı değildi; "günümüz ıslak olacak bugün belli " diyerek yağmurluklarımızı giyip yola çıktık,güzel bir kahvaltı sonrasında. Bir yıl sonra tekrar görüşmek umuduyla vedalşatık Selim amcayla; Ağustos ortasında sisli dumanlı ve yağmurlu bir hava, sırtımızda günlük yürüyüş çantalarımız, yeşil yapraklı Hodeçur bahçeleri buram buram toprak kokuyor HES ile kurutulmuş dereye inat. Şansımız varmış ki yağmur bulutları kısa sürede yükseldi ve gün boyu, ana kampı kuruncaya kadar bir daha yağmurluk giymedik..
Hodeçur vadisi içinde, 1.700m rakımlarda başlayan ve tadı hala damaklarımızda saklı olan Franbuaz ziyafeti ile sürüp giden, saat 09.00 da ikinci bir yayla kahvaltısı ile şekillendirdiğimiz kutsal yolculuğumuz planlandığı gibi sorunsuz gerçekleşti ilk gün... 2.250 m rakımda kurulmuş olan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun süreli mahkeme davasından adını alan Davalı yaylasında kısa süreli bir mola verdik; geçmiş yıllardan gelen ve bebekliklerinden tanıdığımız yayla çocuklarından tanıdık yüzler bu sene az gibi geldi; sorduk soruşturduk, çakal Burhan dağda sürünün peşindeymiş,Ensar derelerde fazla oynamış suyla ki üşütmüş, hastaymış ama yaylada olduğumuzu duyunca ateşler içinde de olsa kalkıp geldi kerata,hasret giderdik... Geçmiş yılların bir başka dost delikanlısı Özal ise ana kampa doğru tırmandığımız sırada 3.000 m lerde karşıladı bizi, üstelik ertesi günde kampımıza nezaket ziyareti yaptı; yüksek dağların güneş yanığı teniyle bir kez daha sarılıp koklaştık bu güzel yürekli genç dosttan ayrılırken...
Zorluk derecesi aynı gün içinde 1.500m rakım yükselmekten kaynaklanan bu güzel yolculuk, ikinci günümüzde Hunt dağlarının gölgesindeki en güzel buzul gölü kıyısında kampımızın kurulmasıyla noktalandı...Kampı kurar kurmaz da her yıl oldugu gibi cadırlarımız yine Kaçkar yağmurlarıyla yıkandı; Binbir çiçekli dağ bizi özlemiş olmalıydı ki Ağustos ortasında yağmur serinliğinde karşıladı hepimizi, adeta “Hoş geldiniz arkadaşlar” der gibi. Akşamın güneşi son ışıklarıyla Kaçkar dağları üzerinden süzülüp inerken müthiş bir bulut güzelliği ile nakşedilmiş sarıdan kırmızıya, sonra gece mavisine boyanmış bir gökyüzü izledik türküler eşliğinde. İlk gün yorgunluğu ile erken girdik çadıra;zaten yağmur serinliğinden olsa gerek güneşin gidişiyle üşüdük biraz da.
Üçüncü gün sabahında sisli ve nemli hava geç yükseldi, ancak korktugumzu gibi olmadı ve öğleden sonra güneşin ve günün keyfini doyasıya yaşadık; kampı güneşli bir güne emanet ederek Hunt dağının 3.250m lerindeki sırt hattına doğru kısa bir tırmanış yaptık manzarayı izlemek ve fotoğraflamak için...İyi ki de gelmişiz dedik o doyumsuz göl ve dağ manzarası karşısında günün keyfini yaşadığımzı saatlerde...Sonra güneşe yakın olmaktan mı nedir, iyi bir sıcak yaptı hava ve içimizden her kimdi bilemiyorum “haydi kampa dönelim ve gölde yüzelim” diye bir fikir attı ortaya. Ayaklarımızın altında turkuvaz rengiyle çılgın ve davetkar biçimde uzanıp duran Ceyhan Agabeyimin o meşhur buzul gölü de çağrı yapar gibiydi sanki ve “tamam” dedik, indik kampa...
Yüzdük,çamaşır yıkadık hatta kuruttuk; yemek yaptık güzelce dinlendik,çay ve kahve bardaklarımız birbiri ardına boşalıp doldu; tüm güzelliğini an be an nakşettik zihnimize bu güzel günde olup biten her ne varsa.Akşam menüsünde yer alan acılı domates soslu bulgur pilavını indirdik mideye ve çadırlara çekilerek uykuya vardık; gece sakin ve huzurlu geçti el uzatsan tutuverecek gibi yakın, pırıl pırıl yıldızlar altında...Kampı toplayıp hunt dağını yürüyerek aşacağımız üçüncü güne ılık bir güneş ile başladık.Otlar üzerinde geceden kalan çiğ damlacıkları kuruyup kaybolmuş ki dize kadar uzanan otlar arasında ayakkabılarımız ıslanmadan yol aldık. İlk bir saat içinde 3.260 m yükseklikteki Hodeçur geçidini aşarak Hacivanak vadisine doğru inmeye başladık; sabahın erken saatlerinde Hacıvanak yaylasını kaplayan sis bulutunu görünce azıcık moraller bozulmadı değil ama yapacak bir şey yok deyip yol aldık...
Moralimizi bozan sis değil dağın bu yüzündeki sislerin nemli ve ıslatan türden oldugunu bilmemizdi aslında ve tahminimizde yanılmadık yine; sisle ilk temasımızda ıslanmaya başladık...Sis içinde yol alırken daha fazla ıslanmamayı, faaliyetin bundan sonraki bölümünü zorlanmadan tamamlamayı hedeflediğimiz için ulaşmayı planladığımız ikinci kamp alanından çok önce kamp atmaya karar verdik; hava açılırsa yol alırız diyerek. Ancak hava hiç de beklediğimiz gibi gitmedi ve tam gün kapalı ve nemli kaldı, hatta gece ve daha ötesinde, sabaha da sis ve nemli hava içinde uyanınca bir gün daha çadır içinde hapis hayatı yaşamak istemedik.Kamp yerimizin geçici olması boyumuzu aşan otların her dalından sarkan yüzlerce su damlacığının olması sebebiyle ıslanmamak için kısıtlanmış hareket yeteneği ikinci günde tüm ekibi sıktı...
Kampı toplayarak dağdan çıkmaya ve en yakın yaylaya ulaşarak üstümüzü başımızı kurutmaya yani kısaca B planımızı uygulamaya karar verdik. Yoğun bir sis içinde ve yağmurluklarımıza rağmen Hiçbir yerimiz kuru kalmayacak şekilde ıslanmış olarak tam tamına 13 Km yol yürüdük kamp yüklerimizle.Sis tüm gün boyunca hiç yerinden kıpırdamadı ve gökyüzünün tüm nemini indirdi yere. Bir gün daha dağda kalabilseydik muhtemelen güneş altında kısa sürede kurunabilirdik ama zorlamadık şansımızı...
Yörede her yayla yaylaların şahıdır,Elevit de öyle; ancak kalabalık nüfusu ile artık yayla olmak vasfını çoktan yitirmiş,Hacıvanak ve Trovit vadilerinin buluşma noktasında 1.910m de kurulmuş olan Elevit'e ulaştığımızda günü çoktan yarı etmiştik. Köy meydanındaki kahvenin tütmeyen bacası canımızı sıksa da kısa zamanda yaktırdıgımız odun sobası etrafında toplanıp kurunmaya başlayınca, hele de üstüne sütlü kahve keyfi, sonra çay ikramları gelince kaybetmeye yüz tutan neşemiz bir anda geri geldi.Sigarı dumanı ile kesif bir hal alan bu eski yayla evinden bozma kahvenin bir köşssine kıvrılıp geceyi geçirmeye bile razıydık; Fakat kahve sakinlerinin mekanlarını bize bırakmaya hiç niyetlerinin olmadığını anlayınca çok eski bir dost olan Maksut Amcanın Kartal başlı pansiyonuna doğru yollandım, geceyi rahat bir yatakta geçirip enerji depolamak için.
Pansiyonun önüne geldiğimde, yaylanın küfürbaz yaşlı ihtiyarının aykırı sesini duyacağımı sanmıştım,ancak pansiyon kapasının kapalı oldugunu ve eski yayla evinden bozma, yıllar önce bir gece konakladıgım bu binanın sessizlik içinde oldugunu görünce şaşırdım.Soruşturdum ki Maksut amca iki yıl kadar önce terk edip gitmiş dünyayı her kime kızdıysa artık...Üzüldüm; “Çocukları işletiyor pansıyonu “ dediler ve buldum.Kısa bir sohbet ve hal hatır sorma sonrasında tüm ekip anılarla dolu pansıyonda, yeni yeni ısınmaya başlayan odun sobası etrafında toplandık.
Programımızda yer almayan bu bölümde sıcak yemek ve kuru bir mekanda olmanın keyfini fazlasıyla çıkartık artık; ertesi gün için Maksut amcadan bayrağı devralan Durmuş'tan Semistal yaylasına kadar minibüsle bizi götürmek sözünü de alınca zaten keyifli olan bir günü bu kez huzurlu bir geceye bağladık.Sıcak bir soba etrafında yöresel tatlarla hazırlanmış bir kahvaltı masasına uyandığımız ertesi gün ve sonrasını anlatmak için ayrı bir günü planladım dostlar. / ...devam edecek