-
Kaçkar Dağları B.Trans Yürüyüşü 2
O yıl ilk kez tanıştığımız Ovit yaylası ve Yedigöller Platosunu iyi ki adı sanı duyulmadan en bakir halinde yürüdük diyorum bugün
- Patikatrek
- Yol Hikayeleri
- Kaçkar Dağları B.Trans Yürüyüşü 2
Kaçkar Dağları B.Trans Yürüyüşü 2
İnsan, doğası gereği ulaşamadığı şeylere ilgi duyar ve onları merak eder. Hele bir de macera ruhlu bir yapıya sahipseniz, bilinmeze doğru çıkacağınız bu yolculuğun çok daha öncesinde başlayan bir heyecan fırtınası sarıp sarmalayıverir tüm benliğinizi. Vahşi doğanın koynunda atacağınız her adım, zor ama bir o kadar da heyecan dolu anlar yaşatır insana… Dağlarla ilk tanışıklığınızda onlar hakkında birçok şeyi de öğrenmeye başlarsınız. Sonraki geliş gidişlerinizde ise, daha ilk adımlarınızı atmaya başladığınız andan itibaren yolun sonuna ulaşana kadar da bütün öncelikleriniz değişir. Dün ve yarın kavramlarını unutur, sadece o an’a odaklanırsınız… Eğer o an’a odaklanmayı beceremezseniz dağ sizi ret eder, almaz koynuna…
Yaşamın kendi doğal düzeni gereği, her alanda olduğu gibi dağlara gidiş gelişlerin de bir kuralı vardır; “dağlarla uyumlu yaşamanın, onlarla barışık ve orada mutlu olmanın püf noktalarını bilmek gerek…” der, dururuz dilimize düştükçe... Dağlarla barışık yaşamanın ve gittiğiniz her dağdan mutlu ve huzurlu dönmenin tek kuralı ise, onlarla kardeş yaşamanın felsefesine bağlı kalmaya dayanır…
Nedir bu felsefe? Dağlar; değişmezliğin, kalıcılığın simgesidir çoğu zaman… Ancak ani hava değişimleri ve sürekli değişken iklim koşulları dolayısıyla da hızlı değişimi simgeler bazen… Ama her nedense bu hızlı değişimin belirtilerini ziyaretçisine önceden haber verir dostane bir şekilde.
Ağırbaşlı ve vakur olmayı dağlarla benzeştirerek betimler çoğu usta; bir de sağlam ve bir o kadar dik durmayı, zor koşullar karşısında… Ulaşılmazlıkları ve devasa görüntüleri ile “yüce” olarak sıfatlandırılır birçok dağ. Dağların derin vadileri içine düşüp de, yolunu kaybeden birçok insan o yücelik karşısındaki acizliğini anlar, dersini ve şehir şımarıklığının bedelini hemen orada öder, bazen hafif, bazen ağır…
İnsanlığın var olduğu ilk yıllarda, dünyanın iklim dengesinin yaşam koşullarını zorlaştırdığı ilk çağlarda, insan da dahil bir çok canlı türünün en güvenli barınakları arasında yer almıştır yüksek dağlar. Bir inanışa göre Nuh peygamberin gemisinden inen canlı türlerinin dağdan inerek yeryüzüne dağılmış olduğu söylenir…
Dağ kendine geleni büyük bir misafirperverlik örneği ile karşılar… Ayaklarınızın altına yemyeşil çayırları serer kırmızı halı misali; bin bir çeşit ve kokuda çiçeğin görsel şölenini izletir gözlerinize, şelaleleri ve buzul göllerinden akıp gelen berrak sularıyla ruhunuzu yıkar arındırır adeta… Yanınızda birlikte getirdiğiniz ne kadar şehir artığı varsa, önce onlardan kurtarır sonra koynuna alır sizi. İsterseniz direnin ona, egolarınızı, önü alınmaz hırslarınızı, kin ve intikam duygularınızı, yarışma güdülerinizi, hoş görüsüzlüğü, hoyratlığı taşımaya kalkın dağın koynuna; görün bakın size nasıl davranacak, neler yaşatacak üç günlük birlikteliğiniz esnasında.
İşte o yüzden olsa gerek, dağın yaşam felsefesini bilen insan dağ ile yarışmaz, dağa ve onun koşullarına huş’u içinde koşulsuz riayet eder…
Uzun bir yolun yorgunluğu ve 2.700 m rakıma sıfırdan çıkmanın yarattığı uykusuz ve biraz da 40’C den gelip, 5 ‘C lere uyum sağlamaya çalıştığımız bir gecenin sabahına, belli etmesek de huzursuz uyandık. Ancak, hala bilinmeze girdiğimiz bu yolda, heyecan dalgaları ile sarıp sarmalandığımız için, pek de aldırmadık aslında.
Günün ilk ışıkları vadiye düşerken, ben çoktan ekipten ayrılıp, önden ve keşif amaçlı olarak, Moryayla sırtına doğru tırmanmaya başlamıştım bile. Vadide yükseldikçe gözüm geride;çadırları toplayıp yavaş, yavaş da olsa peşimden gelen takım arkadaşlarımla göz temasını kaybetmeyecek şekilde tırmanırken, diğer yandan da dağların tepe noktalarındaki bulutları izliyordum hep… Karadeniz’i yaşayan bilir; dağlarının hemen, hemen hepsinde; eğer bulut hareketlerini izlemez veya doğru teşhis koyamazsanız olmadık anlarda, beklenmedik kötü hava koşullarının ortasında kalma riski ile yüz yüze gelirsiniz.
Karadeniz bölgesi, dağlarının kıyıya paralel uzanması sebebiyle, yüksek dorukların zirvesinden denizlere kadar uzanan derin vadilerle sıralıdır... Sabah saatlerinden itibaren deniz seviyesinde hava ısınmaya başladıkça, işte o derin vadiler ısınan hava akımlarının doruklara ulaşmasına daha kolay imkân tanır… Aşağıdan ısınarak yükselen sıcak hava akımları, dağların zirvelerinde soğuk hava akımlarıyla karşılaştığı anda, nerden ve nasıl oluştuğunu birçok kişinin anlayamayacağı dolu yağışları, fırtına ve yıldırımlı hava hareketleri ile karşılaşıverirsiniz… Açık alanda yakalanacağınız böylesi bir hava hareketinin ortasında kalmayı doğrusunu isterseniz pek arzu etmem… Sırtınızda 20 Kğ. lık sırt çantası ile fındık büyüklüğündeki doluların kafanıza, kafanıza ve ardı arkası kesilmeyecek gibi yağdığı bir ortamda seyahat etmek sizi mutlu eder mi, onu da bilmem… Ama ben öyle havalarda, güvenli bir yerde veya en kötü ihtimal çadırımın içinde, kuru olmayı tercih ederim dostlar…
2.900 m lik Moryayla sırtına ulaştığım anda güneşin ılık dokunuşlarıyla karşılaştım… Nerdeyse kırk beş dakikadan bu yana yürüyerek ısınan vücudum, bu dokunuşlarla terleme belirtileri göstermeye başladı. Sabah serinliğinde lahana modeli giydiğim giysileri şimdi sırayla çıkartma zamanı diyerek sırt çantamı indirip az da olsa soluklandım.Fırsattan istifade hem bir iki yudum su içerek kaybettiğim sıvıları yerine koymak hem de bir iki kare fotoğraf almak gerekti öyle değil mi? Bir yandan bunları yaparken diğer yandan da yayladan ayrılıp benim tırmandığım rotadan arkam sıra takip eden arkadaşlarıma göz attım… Etkinliğin ilk ciddi yürüyüşü bugün başlamış olduğundan ve her zaman ilk anların risk içerdiğini bildiğimden, tempomu arkadaşlarımı da düşünerek ayarlamam gerekiyordu. Sabah yanlarından ayrılırken, benimle sürekli göz temasında olmalarını, benim durduğum anlarda bana yetişmeye çalışmak yerine, oldukları yerde, yorulmamış olsalar da durup mola vermeleri talimatını vermiştim… Aynen uyguladıklarını görmek gülümsetse de mutlu oldum… “Demek ki ekip her şeye hazır “ diye düşünerek ısınan kaslarımı fazla soğutmadan tekrar yola koyuldum…
Daha önce Mayıs-Haziran ve Temmuz aylarında Kaçkar coğrafyasında çok sık seyahat ettiğimden her adım başı farklı bir çiçek görmeye alışık olan gözlerim bu kez, sararmaya yüz tutmuş otların arasına boşuna bakınıp durdu… Birkaç papatya ve Ağustos’ta açan bir iki tür dışında çiçeğe hasret yürüdüm.
Vadiye paralel, sırt hattından biraz içe kıvrıldım ve gürül, gürül akan dereye doğru yaklaşarak tırmanmayı sürdürdüm… Çok iyi biliyordum ki çağlayarak akan bu dere, beni 3.000 m deki ilk göle ulaştıracak…Güneşin ensemi ısıtmaya başladığı saatlerde ve tahmin ettiğim şekilde 3.085 m deki ilk göle elimle koymuş gibi ulaştım.Gölün yerini her ne kadar doğru tahmin etmiş olsam da, bu kadar güzel ve bu kadar berrak bir gölle karşılaşacağımı tahmin edememiştim doğrusu…Yerleşim yerlerine bu kadar yakın ve böylesine pırıl, pırıl kalabilmiş bir doğal alan ile karşılaşmak beni şaşırtmadı dersem yalan olur…Gölü bulmak için aştığım küçük tepecikler, geriden beni takip eden arkadaşlarımla göz temasının kesilmesine de sebep oldu.Bu yüzden “Mola” deyip beklemek gerek;tabi ki beklerken de bu muhteşem vahşi ortamı fotoğraflamak lazım değil mi ? Öyle yaptım…Geri plandaki devasa görüntülü dağ ve onun gölgesindeki bu gölden peşi sıra fotoğraf kareleri aldım, ekip bana yetişinceye kadar.
Göle benden sonra ilk ulaşan Atakan oldu, arkasından Ahmet, sonra Saffet… Sıralama başladığı şekilde ve hiç bozulmadan buraya kadar geldiler… Bu övünülecek bir disiplin örneği ve iyiye işaret… Bozkır görünümlü bir sırtı aştıktan sonra, böyle vahşi bir güzellikle karşılaşmak sanırım onları da mutlu etmiş olmalıydı. Gözlerinin içi gülüyordu ancak özellikle çantalarının ağırlığından pek de memnun olmadıkları belli etmeseler de kolayca anlaşılabiliyordu.
Şekerleme, kuru kaysı veya enerji verici bir iki takviye ile kendimizi ödüllendirelim dedik ve molayı 15 dakika yaptık… Eğer onlarla birlikte kalkarsam benim mola sürem daha uzun olacağından, hemen arkamda gördüğüm ilk 3.200 m’lik geçiti ve arkasındaki Yedigöller çanağını bir an önce görebilmek umuduyla sırt çantamı yüklendim… Aceleciliğim ilk kez karşılaşacağım yerleri bir an önce görme telaşı kadar, olmadık bir anda beklenmedik bir hava koşulu içinde seyahat etmek durumunda kalırsak, belli başlı nirengi noktalarını bir an önce zihnime yazabilmek arzusundan da kaynaklanıyordu… Seyahatimizi güven içinde sürdürebilmek için gezi süresince bunu hep alışkanlık edindim, ta ki bildik tanıdık rotalarımıza girinceye kadar.
3.200 m lik geçite gelip de Kaçkar dağlarının kuzey yüzündeki Yedigöller çanağını gördüğüm de hem gördüğüm muhteşem manzaradan hem de bilinmeze başlayan yolculuğumuzun ilk ayağını sorunsuz tamamlamanın mutluluğunu yaşadım soluk soluğa kalmış bir şekilde.Kalbimin göğüs kafesimde çırpınırca atıp durmasını dışarı çıkıp o güzel manzarayı görme isteği olarak yorumlasam da, ilk gün çıkışında nefesimiz ancak açılmış yani yorulmuştuk.
Plato üzerinde irili ufaklı 10’a yakın göl var ancak içlerinden 7’si gerek kapladıkları alan açısından gerekse doğal güzellikleri bakımından dikkat çekici ve bu yüzden yöre Yedi göller olarak adlandırılıyor. Çanağa indiğimizde saatlerimiz 13.00’ü gösteriyordu ve ilk büyük gölün hemen kıyısındaki düzlükte kampı kurduk. Akşama daha uzunca bir zaman vardı ve bu zamanı cevre gezisi ve çadırların önündeki çayırlarda tembellik yaparak geçirdik…Saat 14.30 gibi,hava birden bire bozdu ve içinde bulunduğumuz çanak sis içinde adeta kayboluverdi…Uzaktan uzağa duyduğumuz gök gürlemeleri kısa süreliğine de olsa biz çadırlara hapsetti…Kısa geçişli bir yağmur sonrasında hava iyice serinledi ve akşam saatlerinde termometremiz 18 ‘C lere düştü: anladık ki gece soğuk geçecekti…
Gün batmadan hemen önce kamp ocaklarımızı yakarak akşam yemeklerimizi hazırladık… Mönüde hazır domates soslu makarna var. Çok çabuk enerjiye dönmesi sebebiyle yüksek dağların vazgeçilmez yemekleridir karbonhidrat içeren yiyecekler… Bulgur pilavı ve kuskus diğer günlerin ana yemekleri oldu gezi süresince… Ocaklarda kaynayan son su ile termoslarımızı gece için doldurarak ilk günün yorgunluğunu çadırda uyuyarak atmaya karar verdik ve saat 18.30 ‘da uyku tulumlarımızın içinde bulduk kendimizi…
Zeynel AYDIN