-
Doğa Yürüyüşü ve İzmir
Doğa yürüyüşlerinin bir Halk Sporu olarak benimsenip yapılıyor olması konusunda en çok çaba gösteren ildir İzmir ve bu sporun çıkış merkezid
- Patikatrek
- Yol Hikayeleri
- Doğa Yürüyüşü ve İzmir
Doğa Yürüyüşü ve İzmir
Eğer bu yazıyı okuyorsanız, büyük oranda doğa yürüyüşü sporuyla yakından tanışmış ve halen yapıyor olabilirsiniz; ya da son dönemde evlere sıkışıp kalmış olanlardan birisi olup kendinizi bir an önce doğaya atma telaşında hissedebilirsiniz… Eğer amacınız, doğa yürüyüşlerinin nasıl yapıldığı konusunda araştırma yapmak ve bilgi edinmek ise, doğru yerdesiniz; çünkü bu sayfanın yüzlerce başlığının her birinde, konu hakkında farklı deneyimlerin paylaşıldığını da göreceksiniz. O yüzden bugün sizlere doğa yürüyüşünün ne olduğu veya nasıl yapıldığından çok, bu sporun Türkiye’de başladığı yıllardan bu güne kadar, sürece yakından tanıklık etmiş birisi olarak akılda kalanlardan bahsedecek ve süreci yeniden değerlendireceğim… Bu sayfada bulunma nedeniniz her ne olursa olsun, doğaya karşı olan bu ilginiz en çok bizi mutlu eder ve sürekli kalmasını dileriz.
İzmir ve çevresini sarıp sarmalayan yeşil doku ile tanışalı neredeyse 30 yıl oldu; bu süreçte, bu dokunun içinde sadece yürümedik, yürürken çevremizi gözlemledik ve en önemlisi de fotoğraflayarak belgeledik. O yüzden bizim doğa yürüyüşü felsefemiz içinde, sadece tanıklık ettiğimiz güzellikleri değil çirkinlikleri de belgeleyerek paylaşmak var.
Bu şehir, doğa yürüyüşleri sporunun Türkiye genelinde geniş halk kesimlerine ulaşması ve tanınması, gerekse uygulanması noktasında ciddi anlamda ev sahipliği ve önderlik yaptı. Çünkü bu sporun çıkış noktası ve ilk ciddi örgütlü uygulamaları önce bu şehirde başlayarak Türkiye geneline yayıldı; emeği gecen ve Doğa Yürüyüşlerinin bir halk sporu olmasına katkı sunan herkese minnettarız. İzmir’e ilk geldiğim yıllarda, şehrin etrafındaki yeşil dokuyu yakından tanımak ve fotoğraflamak isteğiyle doğaya çıktığım yıllarda “Doğa yürüyüşü” diye bir kavram yoktu henüz… Çok daha öncesinde Özdere, sonrasında ise İzmir’i merkez nokta olarak belirleyip çizdiğim ilk çemberler içine, Balçova baraj vadisi, Narlıdere altın vadi, Buca Kaynaklar, Gaziemir Cihanbeğendi, Karşıyaka Örnekköy, Yamanlar, Sancaklı, Doğançay, Bornova Eğridere, Çamiçi, Kayadibi ile Kavaklıdere yöresini alarak başladık; yaşadığım yöreyi tanıma ve keşif gezilerime… Tahtalı barajının henüz su tutmadığı yıllarda, bu gün bir bölümü su altında kalan ve bir antik İyon kenti olan Kolofon’dan başlayıp, Kaplan boğazından girerek Özdere ’ye kadar ulaşan uzun bir Temmuz yürüyüşünde, ilk yol arkadaşım 10 yaşındaki oğlumdu…
İlk kez, Balçova teleferikten seyrederek keşfettiğim, baraj vadisi ile Tırazlı arasındaki tepecikleri yürümeye başlamam çok geç olmadı. Her hafta sonunda çoğu zaman iki gün üst üste kendimi attığım bu yeşil doku içinde, hiçbir kısıtlama olmadan yaz, kış yürüyenlerdenim… ( Şimdilerde giriş çıkışlar kontrollü ve kısıtlamalı ) Vadi içinde kalan son çobanlar ile kurduğum dostluklar ve gece karanlığına kadar sürüp giden yalansız, riyasız sohbet akşamları hala aklımda ve özlüyorum desem, kaç kişi inanır… Kimi zaman fotoğraf, kimi zaman yabani mantar toplamak bahanesiyle gittiğim bu güzel orman dokusu, sonraki yıllarda gruplar halinde gelen yürüyüşçülere sıkça ev sahipliği yapar oldu. O yıllarda aşıladığımız ahlat ağaçlarının armutlarını toplamak için de gidiş gelişlerimize hep bir bahane yarattık. "Biz yemesek de kurda kuşa yem olur" düşüncesiyle aşılanan o ağaçların büyük kısmı 2019 İzmir yangınında maalesef yandı… Rasat tepenin İzmir’e bakan, orman içindeki yemyeşil otlak ve meralarının tamamı artık işgal altında ve güya sahipli bahçe; içine saklanmış derme çatma dağ evleriyle… Tırazlı, Kavacık, Payamlı, Efemçukuru ve Gödence’nin, sürüler halinde hayvanların otladığı meraları ise, hep üzüm bağı oldu sonraki yıllarda; Efemçukuru Altın madeni de cabası; yıllar içinde bizim de sıkça kullandığımız, şehre yakın rotalarımızın başında gelen bu alanda, onlarca patikamız vardı kendimizin çizdiği; Sonbaharda, son kalan üzümlerden, kimi zaman nasiplenmek kimi zaman da fotoğraflamak için pek sık gider, gelirdik o bölgelere… Bugün, o güzelim yeşil doku da bir sigara izmariti, ya da hain bir elin zalimliğine kurban edildi; yandı gitti 2019’da, şimdi çırılçıplak…
İlk yıllarda, yalnız başıma gittiğim ve kendimce çizdiğim rotalarda bir yandan yürürken, diğer taraftan fotoğraflama çalışmaları da yaparak keşif gezilerimi ilk çember içinde aralıksız sürdürdüm. 1990’lı yılların ortasına geldiğimde ise artık dağlarda küçük gruplar halinde yürüyenlerin varlığından da haberdar oldum ve sıkça karşılaşır olduk… Hatta böyle bir yürüyüş esnasında o yılların Altmışlık delikanlısı Ali Baran amca ve yol arkadaşlarıyla tanıştım; aynı kamp ateşinden faydalandık, aynı isli demlikten çaylar kahveler içtik; nedense bugün, yalnız yürüdüğüm o günleri ve onu özlediğimi anımsıyorum hep. Keşke karşılaşsak umuduyla çıktığım yürüyüşler dün gibi aklımda; çevirmeli telefonlardan başka iletişim aracı da yok ki mübarek, anında iletişim kuralım…
Ali Baran amcam benden bugün rahmet istedi; ışıklarda uyusun, rahmetle ve huzurlu… Beni Kaçkar Dağları coğrafyasıyla ilk tanıştırandır kendisi… İşte o yüzden Ali Baran ve yol arkadaşlarına bir süre takılıp yarenlik ederek yeni yerler görüp tanıdık; bu vesileyle de İzmir’in etrafına çizdiğimiz keşif çemberlerini bir tık genişlettik, onların sayesinde; selam olsun.
Kemalpaşa dağları, Spil, Nif, Keldağ ve Dede Dağlarının hepsini onlarla birlikte yürüyerek keşfettik; bugün Bağyurdu kasabasının hemen arkasındaki su tutma göledinin henüz yapılmadığı zamanlarda, gürül gürül akan Zeybek deresinde yeni patikalar açacağız diyerek kendimizi parçalardık; akmayan bir çeşme veya önü tıkanmış bir pınar, kaynak suyu gördüğümüzde ise onları tamir etmeye ayırırdık çoğu Pazar günlerimizi; yürümeyi başka bir güne bırakarak… Bugün, ister küresel ısınma,ister iklim krizi koyun adını bilemem, hepsi kurumuş durumda şimdi…
Nasıl ki, Ağustos ortasında Tırazlı Rasat tepe etrafında armut toplamaya gidersek, Eylül sonlarında Yukarı Kızılca Akkaya sırtından Mahmut zirvesine doğru tırmanırken dere içlerindeki yabani cevizlerin hasadını yapar, Ören deresindeki sahipsiz asırlık kestanelerden nasiplenir, yetmez, gölgesinde kamp ateşi yakıp topladığımız mantarları közde pişirerek katık ederdik öğle yemeklerimize; şimdilerde her ağacın bir sahibi var artık. Gerçi olsa ne yazar kestaneler kurudu, meyvesi olan ağaçları da ara ki bulasın… Dereköy, Cumalı, Bayramlı hattında yürürken yabani alıç toplayıp sirke, Bozdağların eteklerinde kekik toplar, elma ve yabani ahlattan likör, Karakızlar deresinden Karabaş otu toplayıp ev yapımı bal yapmayı hep o yıllarda öğrendik…
Ya şimdi? Sormayın gitsin; sadece yürüyor insanlar… Geçen yıl yorgun ayaklarımı sokarak serinlettiğim şu derenin suyu, bu yıl gecen yıldan az mı, çok mu; iki sene önce gölgesine oturduğum bu meşe ağacı neden kurumuş; adamın birisi ormanın tam ortasında açma yapıp bağ, bahçe kurmuş, yaparken de bin bir emekle oluşan o patikaları kapatmış; doğa ve çevre dokusu her sene ne kadar bozulmuş düşünüp sorgulamak kimsenin umurunda değil…
Büyük kentlerin içinde, şehre en yakın doğal alanlar ve yürüyüş parkurlarının en çok olduğu il İzmir'di; hızla bu özelliğini yitiriyor; farkında mısınız? Yıllar, yıllar önce, içinde yürüyüşler yaptığım İstanbul Başıbüyük ormanları, Yakacık tepeleri ve Samandıra ormanlarının bugünkü halini gördükçe korkuyorum; hızla İstanbullaşan ve hatta türkülere konu olmuş, dağlarında çiçekler açan İzmir ve etrafına baktıkça… avuçlarımızın arasından göz göre göre akıp gidiyor hem zaman,hem doğa ve çevre...
Ya siz? Siz de aynı rüyadan korkuyla uyananlardan mısınız?
Bugün, dağlarında en çok insan hareketliliğinin yaşandığı ildir İzmir; patikalarında her Pazar binlerce insanın yürüdüğü… inanmıyorsanız çıkın bir Pazar sabahı Konak meydanına da sürüler halinde dağlara gidenleri görün. Benim havsalam almıyor; affedin, o kadar çok insanın yakından görüp, elimizde son kalan güzellikleri ve nimetlerinden faydalandığı böylesine güzel bir coğrafya ve bu kadar değerli bir yeşil doku, nasıl oluyor da her gecen yıl farklı bir noktasından yakılarak yok edilebiliyor; talana ve yağmaya karşı nasıl bu kadar savunmasız kalabiliyor?
Kimde kabahat?
Madem savunmayı ve korumayı beceremedik bari soralım, farkındalıkla; suçlu ayağa kalkar belki…
Zeynel Aydın