-
Bunun adı Doğa Yürüyüşü
Doğada yapılan her spor disiplin gerektirir; ancak kontrolü elden bırakmadan bazılarını daha keyifle yapabiliriz.
- Patikatrek
- Yol Hikayeleri
- Bunun adı Doğa Yürüyüşü
Bunun adı Doğa Yürüyüşü
Çalar saatimin kulak tırmalayan ve uykunun en tatlı yerinde “offf !” dedirten sesiyle fırladım yataktan… Her zamanki gibi, yine geç vakte kadar uykumun gelmesini beklediğim bir Pazar sabahına daha uyandım. “ Bir sabah yataktan uyanamaz veya uyanıp da gidemeyecek olursam ya ! ” endişesiyle yine… Meteoroloji hava için ne kadar iyi dese de, yataktan kalkar kalkmaz, pencereye giderek araladığım perdenin arkasından gökyüzüne bakmak alışkanlığımdan çok istesem de bir türlü vaz geçemedim…
Tanyeri yeni ağarıyor, gökyüzünün maviliğini şimdilik görmek mümkün değil, ama yağış yok belli… On yılı aşkın bir süredir yaşadığım bu şehrin her bir kösesinde KUZUCUKLARIM var, onlar da çoktan kalkmış olmalı sıcak yataklarından. Saatim, hızlı yolculuğuna çoktan başlamış bile… Pazar günlerinde zaman, ne kadar da cabuk akıp gidiyor ellerimden; telaşsız ama hızlı bir şekilde, gün içinde lazım olabilecek ne varsa, sırt çantama yerleştirdim bile kaşla göz arasında. Her ne kadar herkese “evden ayrılmadan önce mutlaka kahvaltı yapın” diye uyarıda bulunsam da, bu dediğimi kendim yapmaktan yıllardır mahrumum… Pazar sabahlarının mayhoş tembelliğini ve Pazar kahvaltılarını unutalı çok oldu; Hep bu DOĞA YÜRÜYÜŞLERİ tutkumdan dolayı…
Son kontrollerimi yapıp, buzdolabının kapağını açtım. Midem büyük bir özlemle yiyecek bir şeyler bekliyordu. Aksamdan hazırladığım nar suyundan bir iki yudum içerek,bir iki fındık ve gecen hafta AYDIN’dan aldığım ve o günden beri tezgahın üzerinde duran kuru incirlerden de birkaç tane gönderdim ; “kusura bakma idare et” diyerek…
Sokak kapısına geldiğim zaman sırt çantamda ve beraberimde olması gerekenleri hızla bir kez daha kontrol ettim, zihnimde… Cep telefonum, telsizler, pusula, düdük yanımda… “Allah kahretsin !” kafa lambasını almayı yine unuttum… Neyse, inşallah birileri getirmiştir… İlk yardım çantam ve içindekiler yerli yerinde… Adımlarım, biraz fazla mı sert ne; her Pazar; ıssızlığa bürünmüş sokağımızın, kenarlarında sıralanan evlerin perdelerinin kıpırdadığını görünce, böyle düşünmekten kendimi alamam… Ana caddeye cıktım; Denizden gelen iyot kokusunun keskinliği, son uyku kırıntılarını da alıp götürdü yüzümden… Tanrım deniz bile hala uykuda… çarşaf gibi derler ya, öylesine durgun işte…
Saat 07.15.. “şimdi çalar” diye düşünmeye başladığım da telefonumun sesi duyuldu… Arayan, şehrin öbür yakasındaki kuzucuklarımdan biri olmalı… “Evet.. merak etme.. Biraz daha bekle… az sonra gelir…” gibi akıp giden klasik sözler… Araç Bostanlıdan hareket etti. Saat 07.25.. “Haydi bir daha”.. Kırmadı, çalıyor… Yine… “Evet… merak etme.. Biraz daha bekle… Az sonra gelir…” Beş dakika içinde birkaç kez aynı tekrar. Araç KARŞIYAKA iskeleden de hareket etti… Hay Allah! Şu sahil yolunda, denizin ve sabahın muhteşem güzelliğini, içime sindire, sindire yürüyemeyecek miyim ben ? Bak, yine bir şey anlamadan geldim Konak’a…
Uykulu gözler ile bekleyen bir iki kuzucuk var, Sabancı Kültür Merkezi önünde. Sahilde yürüyen sırt çantalıların sayısı artmış mı ne ? Neden, hepsi Konak istikametine yürür ki ? Eskiden otopark görevlilerini bile bu satte yerinde bulamazken, bu sabah bizimkinin elinde bir çalı süpürgesi, otopark içinde mıntıka temizliği bile yapıyor… Müşterilerin erken saatte gelmelerinin farkına varmış anlaşılan...Her zaman ki gibi, orta yas üstüne çoktan ulaşmış olanlar var yan komsularımızın arasında… Bu hafta AYVALIK’a gidiyorlarmış,Tur’a…
Neyse,Gülen gözlü kaptanımızın kontrolünde servis aracımız geldi… Hay Allah ! Yine ismini yazdırdığı halde, haber vermeden gelmeyenler var… Tabi isim yazdırmadan gelenler de… Yine dengeyi tutturamadım… Ne zaman tutturacağım konusunda kendimle iddiaya girmeyeceğim artık… Yeni gelen dostlar ile kısa bir tanışma faslı… Öyle ya, ürkek davranmaktan kurtulsunlar…
Şehrin gürültüsü başlamadan, trafik ve egzoz dumanlarına boğulmadan acele uzaklaşmak gerek taş duvarlar arasından… Çevre yolundan, çimenler üzerindeki sabah çiğleri kurumadan, Değirmendere istikametine doğru yol almaya başladık bile kaşla göz arasında… Menderes’ten ekmek almak gerek… Kara fırın tercih nedeni… Bir de, sabah kahvaltısı niyetine peynirli Karadeniz pidesi…
Tahtalı baraj vadisinde yoğun bir sis var… Hava basıncı çok yüksek… Demek ki, güneş bu gün hep bizimle olacak… Değirmendere’de köy kahvesinde soba erken yanmış. Taze çay kokusu kahveye girişte hissedilebiliyor. Bir de, şu izmarit kokuları olmasa yasaklar başlayalı yıl oldu ama hala duvarlara sinmiş izi var.Çay keyfi kısa sürdü, öğle molasını uzun tutabilmek için; Karacadağ yaylasının çimenleri yeşile dönmüş müdür acaba? Tahtalı barajı kıyıları ve Malta yolu boyunca uzanan çınar ağaçları, sazlıklar, sonbaharın en güzel sarısına bürünmüş…
Sis dağıldı… Karacadağ’ın çam kokulu ormanları göründü… Yamaçlarında bizi bekliyor… Bu kez, rotamız çok keyifli olsun diye yamaçlara sarmayacağız… Vadi içinde, ters ışık altında, sararmış yaprakları ile bizi bekleyen çınar ağaçları var… Onları görmek ve uygun şekilde fotoğraflamak gerek… Hem uzun zamandır dere kıyısında ve “Su senfonisi” dinleyerek yürümedik… Ruhumuz dinlensin… Öyle de oldu… Kimseye karışmadım. Yol boyunca serbestçe yürüdü herkes… Sohbetin kıvamı ise oldukça koyu… Ne lidere ne de rehbere ihtiyaç var…
Şen kahkahalar, Kaplan boğazının yalçın ve dik kayalıklarında yankılanmaya çoktan başladı bile… Ben de fırsattan istifade biraz “Elicek - Çıntar” mantarı mı toplasam ne? Öğle yemeği niyetine, kamp ateşinin közleri üzerinde, üstü kaşarlısı çok da leziz olur… Yok, yok henüz mantar için erken… Önce, şu bizim gizli Şelale’yi göstermek gerek…Uzun zamandır gelmediğim bu rota üzerinde yerini şaşırmadan bulabilecek miyim acaba? Turkuaz rengi havuzu son yağmurlardan dolayı bozulmuş, ya da, rengi sarıya dönmüş müdür ki ? Kıyısında duran, o, koca Çınar ağacı hala var mıdır ki? Eğer varsa sararmış yaprakları ile havuzun üzerini Nilüfer yaprakları gibi kaplamıştır bile… Evet, aynen hayal etiğim gibi… Yolun hemen kıyısında, bilmeyenlerin kolay bulamayacağı küçük bir cennet parçası bura… Görenin ayrılmak istemediği…
Orman yolunda çalışma var… Dere yataklarına köprüler yapılıyor… 40 sene önce terk edilen KARACADAĞ yaylasına, geri dönüş başlamış belli… Trafik yoğun… Motorlu tenekeler içinde insanlar şaşkın bakışlar ile geçiyorlar yanımızdan… “Kim bunlar” der, gibi… Eyvah! Karaca dağ yaylası da modern çağın çöp artıklarından nasibini alacak desenize… Berrak akan derelerinde naylon poşetler ile birlikte yüzecek olan kurbağalar ve diğer yaban hayatı bu insan artıklarından umarım etkilenmez…
Karacadağ yaylasının, KAYAKÖY’ü anımsatan yıkıntı taş evlerinin siluetleri arasında, köy meydanındaki yaşlı çınar ağacı inadına yaşıyor… Onca yalnızlığa rağmen diri ve sanki biraz daha serpilmiş gibi… yaprakları sararmış ama henüz yerdeki çimenler ile tanışmamışlar… İnatla dalda kalmayı sürdürüyorlar… Biz, o masalsı kalıntılar içinden yürürken, 3-5 traktör geçti yanımızdan, ilave römorkları silme çam dalı odunlar ve kesilmiş şimşir ağacı dallarıyla dolu olarak…“Bunlar kaçak kesim mi, yoksa izinli mi “ soruları aklımızda asılı kaldı… ve aramızda ki tartışmalar Mola yerine kadar hiç bitmedi…
Klasik bir Öğle molası yaptık… Kamp ateşinde demlenmiş çaylar, içimizi ısıttı… Matlar serildi yere ve sonbaharın, insanı, belki de son kez ısıtan güneşi altında uyumamak için bir hayli direndik… Sonra mı? Sonrası yine yeşil çimenler… Ensemizi ısıtan sonbahar güneşi… Çam kokulu ormanlar… Ama suratlarda sabah ki neşe sanki kalmamış gibi. Nedenini sorduğum da aldığım cevap yine klasik; “ yine bitti be hocam !.."
Karacadağ’ dan Değirmendere istikametine inmeye başladığımız son dik yokuş da, türküler ve marşlar eşliğinde tamamlandı… Köy kahvesine indiğimiz de hava kararmak üzereydi… Akşam çaylarını içtik… Aracın dönüşünü beklerken tavla ve okey bile oynadık birer el de olsa…. Hay Allah! Şaka maka derken, evet, bir Pazar daha böyle bitti…