-
Bir Dağ masalı; Kaçkarlar
Dağlar da artık feryat figan bağırıyor, tıpkı insanlar gibi; yeter gayrı gelmeyin üstüme, taşıyamıyorum sizin yükünüzü diyerek
- Patikatrek
- Yol Hikayeleri
- Bir Dağ masalı; Kaçkarlar
Bir Dağ masalı; Kaçkarlar
Dağların doğada ve insan yaşamı içinde kapladığı yer ve önemi hakkında sayfalar dolusu metinler yazsak da bitmez. Hele ki, Anadolu halk edebiyatı içindeki yerlerine bakarsak yazılanlar ve söylenenlerin saymakla aonu gelmez; şarkılara, türkülere ve şiirlere konu olmalarıyla…Her insanın bir dağı vardır; her dağın da bir öyküsü, bir de masalı; çocukluk gecelerini dolduran. Annelerin ve ninelerimizin anlattığı dağ masallarını birçoğumuz anımsamasak da şuur altımızın gizli ve karanlık bir köşesinde mutlaka bir şeyler saklıdır dağlarla ilgili… Hep düşünürüm son yıllarda dağlara bu kadar geliş gidişlerimizin sebebi, acaba, içimizde saklanmış o dağ masallarının peşine düşmek midir? diye… Dağların devasa kütleleriyle değişmeden kalıcılık halleri, doruklarının sürekli karlı dumanlı olması, onu içtenlikle seyre dalan herkese ilham kaynağı olması da o yüzdendir belki…
Sizi bilmem; bizim de onlarca dağımız var, kutsal bilip belli aralıklarla gittiğimiz; küçüğünden büyüğüne. Ruhumuzdaki yerleri de kapladıkları devasa kütleler kadar büyüktür; ama bazıları vardır ki küçük olsalar da yerleri özeldir hep… İnsan, doğası gereği bildik ve tanıdık olana meyil eder önce; bizimkisi de öyle. Türkiye coğrafyası dağları içinde en çok Kuzey Anadolu sıradağları çeker ilgimizi; sebebi belki de oralarda doğup büyümüş olmamızdandır… Türkiye’nin dördüncü en yüksek zirvesine ev sahipliği yapan Kaçkar dağları ve yan kolları ise en çok bildiğimiz, en sık gittiklerimizdendir. Çeyrek asrı çoktan geçti tanışıklığımız…
Ortalama bir insan ömrünün yarısı kadar bir zamanını kaplayan yaşanmışlıkta her gidiş gelişin ruhumuzdaki yeri ayrı ve özeldir. Bir biri ardına sıralanmış devasa dorukların asırlar boyunca nelere ve hangi yaşanmışlıklara tanıklık ettiğini düşünmek bile insan aklını yorar ama yine de düşünmekten alıkoyamaz insan kendini; bazen korkuyla, bazen de hayranlıkla seyrederken…
Pandemi sebebiyle iki yıllık zorunlu ara, dağlarla kurduğumuz yakın ilişkide oldukça uzun sayılacak bir boşluk; o sebeple, sadece dağları değil dağların gerçek sahiplerini de çokça özlemiş olarak düştük yollara bu sene… On yıllar öncesinde bebeklik fotoğraflarını çektiğimiz gençleri, gelişimizi beklerken bulduk dağların eteklerindeki yaylalarda; belli ki onlar da bizi çokça özlemişler… Çatısı mavi brandalı, kısa süreli kullanmak, daha çok da sığınmak amaçlı kullanılan derme çatma yayla evlerinin soğuk taş duvarları ısınıverdi kavuşma anımızda… Yüksek Ultraviyole etkisiyle güneş yanıklarının süslediği esmer yüzlere gülmek bu kadar mı yakışır diyor insan, onları görünce… Artık her biri askerlik çağını aşmış koca bir delikanlı, yaylacı olma nöbetini annelerden devir almış birer genç kız olmuşlar hepsi… Sarılarak özlem gidermenin güzelliğini meğer ne çok özlemişiz… Hele ki, geçmiş anıların sıra, sıra dile geldiği zamanlarda buğulanmış gözlere bakmak, dilden düşmeye çalışan kelimelerin boğumlar halinde dizi, dizi olduklarına tanık olmak, ne derin bir anlam yükler zamana bilir misiniz? Bölgeye ilk kez gelen yol arkadaşlarımın şaşkın bakışları altında, tezek ateşinde dem almış mavi demlik çayı eşliğinde, yayla peyniriyle pişmiş yöresel muğlamanın tadını ne ben anlatayım ne de siz anlamaya çalışın… Yöresel şarkılar, türkülerle neşelenmeye çalışsak da her bir yürekte ince bir sızı; yeni hallerin eski ile kıyaslanacağı fotoğraflar çekildi, kampın kurulma saatini kaçırmamak gençleri de günlük rutin işlerinden fazla uzak bırakmamak adına o güzel ve anlamlı kavuşmaların da sonu geldi… Ne yapalım; insanlık…
Gün ortasındayız, hava hiç beklemediğimiz kadar sıcak; eskiden olsa yağmur havası derdim ama her şey gibi iklim de değişmiş yaylada; günlerce yağmadı gitti, beklediğimiz yağmur… Artık eskisi gibi coşkulu akmayan dere kıyısında kampımızı kurduk; Hunt dağının buzullarından beslenerek, varlıkla yokluk arasında akan Hodeçur deresi kıyısında çay kahve keyfi için ocakları kurarken ilk kazayı da yaşadık; ocak başlığı yanlış diş kapınca beş günlük bir kamp için planlanan tüpümüz boşu boşuna uçup gitti... Dağın, dağa ilk gelene verdiği ilk dersi de acı olmasa da endişeyle tecrübe edindik yeniden; umarım sonrasına kalıcı bir deneyim olarak kalır akılda… Dağdaki ilk gecemiz sakin ve huzurluydu…
Ertesi sabah, otlağa giden keçilerin çan sesi ve çobanların haykırışlarıyla uyandık erkenden; 2.400m rakımdaki kampı topladık. Geç kalmanın iklimsel sürprizlerine maruz kalmamak adına kahvaltıyı da koşar adım yaptık; 3.400m rakımdaki ikinci kampa doğru tırmanırken güneşin yakıcı etkisi hepimizi rahatsız etmedi dersem yalan olur. Allahtan ki Papazın çeşmesi onca kuraklığa rağmen hala akıyor; su ve enseyi serinletme molası sonrasında ikinci kamp alanımıza geldik. 3.400m deki buzul gölündeki suyun oldukça çekilmiş, göl kıyısındaki buzulun erimiş hali endişelerimizi artırdı, gelecek adına…
Vücudun yüksek rakıma uyumu ve biraz da telefonların çektiği nokta olması sebebiyle Soğanlı Dağın zirvesine yakın muhteşem bir manzarada bir saate yakın zaman geçirip nerede olduğumuzu paylaştık uzak yakın takipçi ve sevdiklerimizle…
Yarın zirve tırmanışı hedefliyoruz Kaçkarın 3.932m’lik doruğuna; dağların zirvesine tırmanmak tırmanıcının isteği kadar dağın da istemesine bağlıdır; dağ bunu öğretti bize lakin herkesin bu öğretiden nasibini almasını beklemek hayal kırıklıklarıyla birleştiğinde ancak mümkün olmakta. “Seni fethetmeye geldim” türünden efelenme hallerine dağ pek aldırış etmez ve bekler seni “haydi öyleyse gel de görelim! ” diyerek… Ekip arkadaşlarınızın durumu kadar sizin de hal ve hareketleriniz değişiverir dağa girdiğinizde; onca zaman hazırlanmış olsanız da… O gibi hallerde mutlak bir kabullenişle “Dağ beni istemedi bugün …” diyerek dönmesini de bilmek gerek…
Ertesi sabah onca hazırlık, özlem ve tün olumlu hava koşullarına rağmen dağ hepimizi istemedi ve bölündük ikiye; bir kısmımız zor da olsa vardı zirveye bir kısmımız da dağın eteklerindeki Kardovit hedefiyle yön değiştirdik; büyük buzul başında mola dedik, gün uzadı, dönüş yolu da uzadıkça uzadı ve bu kadar yeter diyerek kampa döndük sorunsuz; o da bize yetti …
Programın son üç günü oldukça keyifli bir şekilde gerçekleşti; zirve hedefinin baskısından kurtulan ruh daha bir özgür ve daha bir kendinden emin basmaya başladı Alpin çayırlarına ayaklar… Eski yaylacıların kullandığı yüzyıllık yürünmemiş patikalara yeniden can verip dağı Güney-Kuzey istikametinde aşarak, şimdilerde kimlik değiştirerek artistik bir benlik edinmiş eski Laz yaylalarına ulaştık… 2.500m’lere çizilerek hem geleneksel yaylacılık yaşamı hem de doğal ortamı katleden, yeşil yol tanımlamasına asla uygunluğu olmayan, çirkinlik abidesi tozlu yollardan geçerek yine, sadece adı kalmış başka bir yaylada mola dedik… Programın son günü ise yol yürümekten aciz yol sevdalılarının katlinden kurtulabilmiş eski tarihi patikalarda, yemyeşil bir orman dokusu içinde yol alarak dağdan çıktık…
Kıssadan hisse; Dağların kuytu vadileri insan kirliliğinden feryat figan ve o güzel dağların 2.500m rakımlarına çizilmiş yollar ve o yollardaki insan kalabalığı, yoğun araç trafiği ve motorlu tenekelerin atmosfere yaydığı karbon gazı emisyonu bölgede yaklaşan felaketin habercisi…
Demedi demeyin; Türkiye’nin en yoğun yağış alan bu bölgesinde felaket çanları çalıyor ve kuraklık kapıda; acil önlem alınmazsa Turizm adı altındaki çarpık yerleşim ve insan-araç kalabalıkları hem bölgeyi hem de oradaki doğal örtü ve yaşamı göz göre göre katlediyor; her mevsim yeşil kalabilen alpin çayırları kuruyor, otlaklar bitiyor, yaban hayatının beslenme zinciri kopuyor ve her biri artık şehir çöplüklerine kadar inip insan atıklarıyla beslenerek hayatlarını idame ettiriyorlar. Ayıların yerleşim yerlerine yaklaşması ve sürekli insanlarla temas halinde olmaları bir dizi yaşamsal sorunu beraberinde getiriyor. Haberiniz olsun… Üç kuruşluk rant uğruna bu kadar kayıp ve zarara ses çıkartmamak ise insanlık ayıbıdır ve insanın kendi sonunu hazırlamasıdır aynı zamanda; benden söylemesi…