-
Adı; Dağlar
Adını yaşadığı dağlardan alan bir küçük adamın hikayesi, Arife Günbey'in anlatısıyla
- Patikatrek
- Yol Hikayeleri
- Adı; Dağlar
Adı; Dağlar
Fırtına Deresi kenarında yemek molası için durmuştuk yaylaya çıkarken. Kaportası açılmış jipin biryerlerini kurcalıyordu onu ilk gördüğümde. “Arabayı mı tamir ediyorsun” diyerek gülümsemiştim. Hiç yüz vermemişti ama ilgisizliğine aldırdım da diyemem o an aslında. Dört günlük kamp için gelmiş katılımcılardan biriydi o da benim gibi. Farklı birisi gibi de gelmemişti üstelik. Daha fazla ilgilenmedim, kumanyamı almak için yürüdüm. Yaylaya hava kararırken vardık. Çadırlarımızı kurup yerleştik. Sisler arkasında her an kaybolabilen dağlar, yaylalar, devasa yeşillik. Bitmeyen yağmurlar, sonsuz devinimlere gebe bulutlar. Gönülleri romantik melodilerle yıkayan kuşlar. İnsan dahil, bağrında yaşam alanı bulan tüm canlılara, kendisine ‘saygılı’ olunduğu sürece cömertçe zenginliklerini sunacak olan Kaçkarlar’daydık. Kotençur yaylasında kurduk kampımızı.
Onun sıradan birisi olmadığını anlamakta gecikmemiştim sonraki karşılaşmalarımızda. Kalan günlerde ise gözlerim onu aradı hep. Sabahları elinde tepsi, kahvaltı kuyruğunda araya dalıyordu. Kendine güvenli, doğal ve rahat tavırlarıyla dikkatimi çekmişti daha kampı kurduğumuzun ertesi günü. Kendisiyle barışık olduğu her halinden belli oluyordu. Hiçbir güç ona, ‘istemediği birşeyi yaptıramazmış’ gibi bir his uyandırıyordu insanda. O anda kendisi ne istiyorsa ona yönelmesi küstahlığından veya diğer insanları önemsememesinden değil istediğini elde edememenin mantıksız olacağını düşündüğünden kaynaklanıyordu sanki. İstekleriyle ve kendisiyle barışıktı. Belli ki gereksiz bir kısıtlamayla karşılaşmamıştı hiç. Kumrala çalan saçları ve bal rengiyle kahve arası özgürlük kokan gözleri vardı. Güneş, rüzgar ve dağ havasının buğdaya dönüştürdüğü belli olan açık renk teniyle gözlerimin önünde yayladaki hali. Öyle heybetli falan değildi hatta ufak tefek minyon bir tipi olduğu bile söylenebilirdi.
Onu düşünmek, onu tarif etmek, onu anlatmak. Yüreğim onunla doluyor tekrar, onun gönlümde bıraktığı coşkuyla. İçimizdeki yaşama sevincini yenileyen güneş, sevgiliyi hatırlatan yakamoz, sonsuzluktan göz kırpan bir yıldız, ana bağrı gibi sevecen ve cömert toprak, topraktan fırlayan devasa yeşillik, yeşilliğin karıştığı sonsuz mavilikti o. Evreni içinde barındıran özgürlüktü. Zirvelere bir pamuk tarlası misali çökmüş, dinginliğini sonsuz bir devinime bırakması an meselesi olan buluttu. Bir, göz kırpışında, en berrak manzaraları sislerinin arkasına saklayabilen. Bitmeyen hırslarla, arsız bir şekilde müdahale edildiğinde hiç beklenmedik bir anda öcünü aldığını bildiğimiz doğa, onun da ait olduğu bu topraklarda, Kaçkarlar’da, an be an hatırlatıyor kendini. İnsanın da doğadaki diğer varlıklar ve canlılar gibi doğanın bir parçası olduğunu, diğer canlılardan farklı olduğu ama mutlak bir üstünlüğü olmadığını, diğer canlıların da yaşamını tehdit eden ‘medeni kültür(süzlük)ler’in benimsenmesinin, kendi sonunu da hazırlayan bir durum olduğunu anlamak için bir fırsat veriyor Kaçkarlar insana. Ellerindeki kaynakları sonuna kadar kullanıp tüketmedikleri için ‘geri kalmış’, ‘ilkel’ olarak değerlendirdiğimiz kültürlerin ‘bilgi’ ve ‘bilge’liklerinden faydalanma imkanlarını araştırmak için de. Doğanın önünde saygıyla eğilmeden insanın kendisiyle barışı yakalamasının mümkün olmadığını bir kez daha hatırlıyorsunuz.
Hem kendi içinde barındırdığı zenginlikleri, yoksunlukları, eksiklikleri hem de dışarıdaki zenginlik, yoksunluk ve eksiklikleri kucaklaması gerek, insanın kendisiyle de doğayla da barışabilmesi için. İşte Dağlar’ı Dağlar yapan, bu barışıklığıydı kendisiyle ve dağla, taşla, toprakla, kuşla, börtü böcekle. Çadırların ötesindeki bodur bitkilerin arasına dalıp, ayı üzümlerini toplayıp yiyordu her gün. Ağzı mora çalıyordu bu dağ meyvesini o kadar çok yemekten. Diğer insanları hiç de umursamıyormuş izlenimi veren tavrı özgüveninden ve bedeninin en ücra hücrelerine dahi sinmiş olan vazgeçilmez bir özgürlük tutkunluğundan kaynaklanıyordu sanki. Ancak nehirler, ormanlar, vahşi hayvanlarla içiçe, ‘üstün insan nesli’ olarak değil de doğanın bir parçası olarak varolan bir Kızılderili kabilesinden fırlamış doğa, doğallık, özgürlük kokan birinin hayali beni bu kadar büyüleyebilirdi.
Yeniden canlanıyor gözlerimin önünde, zirvelerin üzerine çökmüş bulutların da yükseğinde geçen günler. ‘Annnneee’, ‘baabaaaa’ veya ‘abiiiiii’, hep birilerini çağıran sesi. Bir şelale gibi gönlüme dökülen, su gibi duru, su gibi berrak o ses. En gizli kapaklı hücrelerinizin kıvrımlarına gizlenmiş, karanlıkta solmaya yüz tutmuş veya varlığı unutulmuş olsalar bile içinizdeki sevgi tohumcuklarını filizlendirecek bir bahar yağmuru gibi narin ama güçlü. Sevgi tohumcuklarını bir çağlayan misali coşturan ses. Ben ona hayrandım, ama daha sonraki günlerde de hiç mi hiç yüz vermedi bana. Konuşmaya çalıştığımda veya kucaklayıp kaldırdığımda çığlık çığlığa bağırıyordu hep. Çıktığı kayanın üstünden, bir kaplan misali babasının kollarına süzülüşünü hatırlıyorum. Avına uçarcasına koşan bir kaplanın, yerden ayakları kesildiğinde havadaki süzülüşünü andıran, güçlü olduğu kadar dansedermişçesine ahenkli atlayışını. Ölümsüzleştirmek istemiştim o anı. Kayanın üstüne dikiltip de “hadi atla” dediğinde babası çıkardım fotoğraf makinemi. Yakalayamasam da o süzülüşü bir fotoğraf karesinde, zihnimde ölümsüzleşti o büyülü an. İlk görüşümde sıradan birisi zannetmiştim oysa, kaportası açık jipin tepesinde kurcalarken bir yerlerini arabanın. “Neresi bozulmuş, tamir mi ediyorsun” diye gülümserken. Bir yandan da nerede bu çocuğun ailesi, ‘yaralayacak kendini diye çocuk’ diye endişelenirken.
Koşup oynayabileceği, etrafı tanıyabileceği bir ortam, üstelik yayla evinde bir bahçe, Kaçkarlar’daki yaylalar onun oyun alanı. Korkmuyor doğadan. Çünkü anne babası ona güveniyor, onu kolluyor, yanındalar her an onlara ihtiyacı olduğunda onu yaşının gerektirdiğinin ötesinde kısıtlamadan. Babası o kayanın üstündeyken “tutulmamaya alıştı o, çünkü tutmaya alıştırırsan ömür boyu tutman gerekir” demişti. Kişiliğine sonsuz bir saygı var, koşulsuz sevginin yanında. O Dağlar. Adı gibi doğanın, doğalın kendisi Dağlar. Çamlı Hemşin’e indiğimizde ortalıkta koştururken annesi ‘şehre inince hırçın oluyor, burada zaten uzun kalmıyoruz’ demişti. Adı gibi dağları seviyor o. Dağların çağrıştırdığı özgürlüğü. Gönlüm istiyor ki tüm çocuklara, bu yetişkinlerden farklı ama onlardan eksik olmayan küçücük insanlara Dağlar’ınkine benzer bir ortam sağlayabilelim, en azından bunu hedefleyelim. Onları kendileri olarak, kişi olarak, küçücük bireyler olarak kendi doğallıklarıyla kabul ederek. Farklılıklarını eksiklik olarak değil farklılık olarak, zenginlik olarak görerek. Binbir farklı tohumun alı, sarısı, moruyla binbir ayrı muhteşem çiçeklere dönüşmesi için uygun toprağı, suyu, iklimi onlara sunabilmek. Sevgiyi, saygıyı, şefkati. Onlarla konuşmak, onları dinlemek, anlamak, anlamaya çalışmak. En önemlisi de fazlalıkları veya eksiklikleriyle severek onları. Öyle ya da böyle oldukları için değil ama insan oldukları için. Doğa oldukları için. Koşulsuz bir sevgi sunmak onlara. Bunları hedefleyelim.
Arife Günbey Kasım 2006