-
Yayladan Yaylaya Kaçkarlar
İzfak Doğa Okulu geleneksel olarak yaptığı
- Patikatrek
- Haberler-Duyurular
- Yayladan Yaylaya Kaçkarlar
Yayladan Yaylaya Kaçkarlar
"Bazen olmak istediğimiz yer ile olduğumuz yer arasındaki fark gözlerimizin içine baka baka sıkar boğazımızı; buna acımasız gerçek diyoruz" Herman Hesse Daha önce bir Karadeniz dağ ve yayla gezimi yazmıştım, okuyan bilir; anılarım dün gibi aklımda tadı da damağımda. Özlemlerimin arttığını hissedince İzmir Patikatrek Doğa Sporları Eğitim Merkezinin İzfak Doğa Okulu ile birlikte ortak etkinliği olan "Kaçkarlar 2017 Dağ Doğa Fotoğraf Yürüyüşü" programına İstanbul'dan bir arkadaşımla katılmak istediğimizi söylediğimde bize memnuniyetle kucaklarını açıverdiler; her zamanki nezaketleri ile…
Benim ikinci, arkadaşımın ise ilk etkinliği olan bu programı bir kaç ay heyecanla bekleyip konuşuyoruz; Patikatrek’in tüm etkinliklerinde olduğu gibi hazırlıklarımız daha aylar öncesinde başlıyor. Programın başlangıç tarihinden bir kaç gün öncede bavulumuz kapının önünde; vakit geldiğinde ise arkadaşıma gidiyorum; birlikte sabah Sabiha Gökçen'den Trabzon’a uçacağız. Eve vardığımda ne göreyim arkadaşım üç bavul hazırlamış; şaşkınla “ bunlar ne böyle” diyorum; lazım olur diye düşündüm diyor benden daha şaşkın yüzüme bakarak. Bunlar çok fazla, azaltacağız, bu program senin tahmin ettiğin gibi bir program olmayacak dediğimde yüzündeki şaşkınlık ifadesi bir kat daha artıyor. (Daha önce bir deneyimim olduğu için bilmişlik taslayabilirim... ) Arkadaşım beni dinliyor ve sonunda tek bir bavula hepsini sığdırıyoruz.
Çok heyecanlıyız ikimiz de; biz grup arkadaşlarımızdan bir saat kadar önce geliyoruz Trabzon havalimanına; grubumuzun içinden altı kişiyi tanımıyorum; diğerleri daha önceki etkinlikte birlikte olduğum arkadaşlarım; onları gördüğümde sanki akrabalarıma kavuşmuşum gibi hissediyorum kendimi... o andan itibaren,yol rehberimize gönül rahatlığı ile kendimizi emanet ediveriyoruz..
Tanıdığım altı kişi ile sanki dün ayrılmışız da bu gün buluşmuş gibiyiz; yanımdaki arkadaşımın yabancılık çekmemesi için kaynaştırmaya çalışıyorum çünkü ben ilk deneyimimi biliyorum insan biraz çekiniyor; fakat kısa süre içinde buna da gerek kalmıyor sanki hepimiz kırk yıldır birbirimizle yaşamış dostlar gibi bir sıcaklık, bir muhabbet…
ilk durağımız Ardeşen; karnımız aç, hava çok sıcak ve nemli, üstelik bunaltıcı. Daha önce de gitmiş olduğumuz küçük kasaba lokantasının adını Türbe diye değiştirdiğimiz için anımsıyorum; yöresel yemeklerimizi afiyetle yiyip Laz böreklerini sıcak sıcak midemize indiriyoruz; gelemeyen dağdaşlarımıza telefonun nimetinden faydalanarak canlı yayın ile nispetimizi de yapıp yola koyuluyoruz; bunaltıcı nemli sıcak havadan kaçarcasına; bir an önce yaylalara çıkıp derin bir nefes alabilmek amacımız..
Etkinlik süresince bize kara yolu ile ve yaylalar arasında lojistik destek sağlayacak, kahrımızı çekecek olan Osman Karalı ile de orada tanışıyorum; bize yoldaşlık edecek, minibüsümüzü sürecek, sorularımıza o tatlı şivesi ile yanıt verecek, neşe kaynağımız olan yeni damat; ben de yeni öğreniyorum damat olduğunu.. İzmir den kendisine bir dağdaş kız vermişiz gruptan; kendi de bir doğa sever, dağcı, gözlemci…
Damadı görüp kızımızı görmemek olur mu? İlk durağımız Rize Çamlıhemşin'in Dikkaya köyü amacımız gelin kızımızı ziyaret etmek. Osman bizi dolduruyor minibüse ve doğru evine götürüyor.. Hasibe'yi ilk orada görüyorum; nasıl da saf bir güzelliği var kocaman gözlerinin içi gülerken, yüzünün güzelliği ve konuşurken içinin samimiyeti, bize demlediği çayı içirirken de sevecenliği hepimizi sarıyor. Gözlerindeki yaşlar özlemden olsa gerekmutlu olduğu belli; grubumuzun bir önceki dağ gezisinde tanışmışlar, Hasibe İzmir de bütün işini gücünü bırakıp aşkının peşinden kalkıp gelmiş, yol rehberimiz ve eşi Filiz Aşık Aydın huzurlu görünüyorlar kızımızı onlardan istemiş Osman; vermekle de iyi etmişler. Velhasıl yeni dostlar edinip gözümüzdeki mutluluk yaşları ile oradan ayrılıyoruz...
Fırtına vadisinin kıyısından yol alarak hareket ediyoruz, yol üstündeki köylerden Çinçiva’da mola verip kahve ve çay içiyoruz; bu arada tüm arkadaşlarım fotoğrafçı olduğu için, durduğumuz her yerde veya fotoğraflanması gereken noktalarda fotoğraf çekip duruyorlar. Fırtına vadisinden yükselerek 1800 m deki Badara Yaylasına çıkıyoruz. Yayla serinliği yüzümüze vuruyor, ilk yağmur taneleri de o yaylada omuzlarımıza hafif hafif dokunuyor. Yoğun bir sis bulutu içindeyiz etrafı göremiyoruz fakat huzuru iliklerimize kadar hissediyoruz. Yayla sakinlerinden birisi hemen grubumuza çay demliyor ve yeni yapmış olduğu karalahana dolmalarından ikram ediyor... Biz de afiyetle yiyoruz... Evlerin kenarlarında sisi içinde gezinirken yaşlı bir teyze inek sağmak için ahırına doğru yürüyor, sis içinde aniden karşılaşınca beni görüyor; "Sen kimsin ne işin var burada" diyor ters ters. Arkadaşlarım için şahane fotoğraf verecek fakat çok huysuzluk yapıp fotoğraf alınmasına izin vermiyor, eşiyle sohbet ediyor ve yarenlik yapıyoruz biz de. Sis bize yaylayı tanımak için izin vermiyor biz de tekrar yola koyuluyoruz.
Programın ilk konaklama noktası olan Gito Yaylasına varıyoruz; yaylaya yakışan şahane bir pansiyona yerleşiyoruz; tertemiz, neşeli, eğlenceli Koçira pansiyonu. Koçira, sahipleri Serhan ve Turgay Bey sayesinde pansiyondan öte sıcak bir dağ evi konumunda, sobası gürül gürül yanıyor; içerisi şirin bir şekilde döşenmiş, yatakları rahat, yemekler lezzetli, güler yüz ve sohbet burada bize tüm şehir hayatını unutturacak şiddette… Gitar ve tef eşliğinde verilen minik konser ve sonradan dinleye dinleye ezberleyeceğimiz Karadeniz türkülerini, ezgilerini bizimde katılmamızı sağlayarak şahane sesleri ile söyleyip muhteşem bir gece geçirmemizi sağlıyorlar, o gece çok mutlu uyuyoruz hepimiz...
Ertesi gün gün doğumunda tabaklarımızın kenarına yerleştirilmiş yayla çiçekleri eşliğinde nefis bir kahvaltı yaparak Gito Yaylası ile vedalaşıp Ambarlı Yaylasına doğru yükseliyoruz toprak ve bozuk bir yoldan..
2500 m. lerde bulunan Ambarlı Yaylasından yürüyerek ve biraz da tırmanarak birbirinden güzel buzul gölleri bölgesine varıyoruz.. 2800 metrede bulunan bu göller Taraklı, Sandıklı ve Kuzu gölleri; biraz daha tırmanıyoruz 3000 m ve balıklı göldeyiz. Öğle yemeği molamızı göle ayaklarımızı sokarak veriyoruz. Çeyrek ekmek bir domates yarım salatalıktan oluşan öğle yemeği mönüsü bu kadar mı lezzetli olur demekten kendimi alamıyorum. 3.156m lik Tahpur geçidine vardığımızda rehberimiz aşıtın önünde duruyor; bizi teker teker yolluyor geçide ve soruyor "ne görüyorsun ne hissediyorsun" diye; o kadar etkiliyor ki gördüğüm manzara "anlatılmaz yaşanır" diyebiliyorum. Olağanüstü güzellikte bir panorama; kuzeymizde Ambarlı dağının doruğu, doğuda Tatos dağları grubu, batıda Baltaş aşıtı ve güneyde Verçenik ve Cimil dağları...
Yol rehberimiz nereleri yürüyeceğimizi bir haritada gösterir gibi dağların karşısından kuşbakışı bakarak bize anlatıyor; o kadar mutluyum ki o an rehberimize ne kadar minnet duyduğumu sözlerle ifade edemem; sayesinde kendimi muhteşem hissediyorum, yorgunum ama başarmanın ve bu zirvelere çıkabilmenin doygunluk hissi sarhoşluk etkisi bırakıyor üzerimde; o yüksekliklerde fazla durmadan başlıyoruz inmeye. Orta yayla köyünde bizi Osman karşılayacak minibüs ile. Yukarı çıkarken beni rahatsız etmeyen ayakkabılarım inerken rahat bırakmıyor. Bütün parmaklarım acıyor ve inişim adeta bir kabusa dönüşüyor; tabi bu durumda rehberimiz çok hassas ve tüm ekibi yavaşlatmak durumunda kalıyor, tüm yol arkadaşlarım yorgun ama bir tek ben vızıldanıyorum. Arkadaşlarım beni oyalamak için elinden geleni yapıyor fakat ayakkabılarım cehennem gibi, yolun sonunu ağlayarak bitiriyorum... Osman'ı karşımda gördüğümde sevincimi anlatamam, canım yanmasa boynuna sarılacağım; araba nerede diyorum iki dakikalık yolda diyor. Rehberimden korkmasam ayakkabılarımı çıkarıp koşacağım. Neyse sonuçta hızlı hızlı varıyorum arabanın yanına; rehberimiz arkamdan yetişiyor son anda bir yerlerimi kırmayayım diye beni gözlüyormuş meğer. Bütün grup arkadaşlarım geride ben biran önce arabaya varayım diye koşturuyorum. Osman bu inişi kutlamak için karpuz getirmiş onu dilimlere bölmüş, ama gözüm ne karpuz ne başka bir şey görüyor; hemen arabanın içine giriyorum bir yandan da ağlıyorum canımın acısından. Rehberimiz hemen yanıma geliyor hem üzgün hem şaşkın, benden böyle bir performans beklemiyor, bana güveniyor biliyorum ama canım çok yanıyor.. yarın filan yürümeyeceğim diyorum yüzümü ekşiterek.. sesini çıkarmıyor, ayakkabılarımı çıkarmama yardım ediyor, ısrarla gel karpuz ye dese de, yemeyeceğim diye kapris yapıyorum; Bana minibüse kadar karpuz getiriyor ve tabi ki yiyorum karpuzu bütün arkadaşlarım yorgun ama hepsi güler yüzlü benim haricimde...
Osman bizi Çat vadisinde alçalarak Meydan Köydeki dağ evine götürüyor konaklamamız için, o kadar yorgunuz ki, neden böyle olduğunu ve bu kadar yorgun oluşumuzun sebebini anlayamıyoruz rehberimiz ilk gün olağan böyle şeyler, dağa ve yüksekliğe alışma evresindesiniz diyor... Akşam olup da günü değerlendirme toplantımızda paparayı yiyorum tabi, bir grup nasıl birlikte bir yürüyüşe çıkıyor ve birlikte yürüyorsa, son anlarda da tek başına hareket edilmemesi gerektiğini söylüyor rehberimiz gözüme gözüme bakarak... Birlikte geldiğim arkadaşım Sebahat Alan şaşkın, o kadar yoruldu ki üstelik ilk doğa yürüyüşü "yarın ben de yürümem" diyor... rehberimiz "yürümek istemeyenler yürümez, kimse zorla da yürütülmez" diye prensibini ortaya koyuveriyor; gruptaki doktor arkadaşımız Mehmet Aktaş parmaklarıma bakıyor "önemli bir şey değil yarın geçer ve yürürsün sen" diyor…
Ertesi gün çok güzel bir vadide şırıl şırıl akan bir dere sesiyle erkenden uyanıyoruz er yer yemyeşil ırıl pırıl bir hava. Rehberimiz "yürüyeceğiz" bu gün dese yürüyeceğim tabi ama o, bu gün keyif yapalım dinlenin biraz diyor grubunu iyi okumuş dün belli, "birazdan Osman gelecek ve minibüsle yaylalar arasında gezeceğiz, bugün planı biraz değiştirdim" diyor. O an rehber hocamı daha birçok seviyorum, eminim grup arkadaşlarım da benimle aynı hisleri yaşıyor. Önce Çamlıhemşin’e iniyoruz Mustafa Çapa arkadaşımızın kızı bizimle misafirdi onu yolcu ediyoruz; daha sonra Karadeniz'in debisi en yüksek olan Palovit Şelalesine gidiyoruz. Ne kadar güzel ve bozulmamış bir doğal güzelliğe sahip bir ülke vatandaşıyım diye mutluluk içinde şelaleyi seyrediyorum. Oradan ayrılıp Zilkaleye geçiyoruz. "kalenin içini görmek isteyenler gezebilir" diyor rehberimiz, biz de kalenin içini geziyoruz; arkadaşlarımız Hacer Aktaş ve Mehmet Aktaş fotoğraflarımızı çekiyorlar. Tekrar minibüse biniyor 2420 m rakımı olan Avusor Yaylasına geçiyoruz; yayla yolu çok bozuk toprak bir yol, evler genelde taştan yapılmış, arabadan inip yayla evlerinin içinde yürüyor birer birer yayla halkı ile selamlaşıyoruz. "size bir sürprizim var" diyor rehberimiz, bu arada rehberimizin geçmişte tanıdığı evlere uğruyoruz, onu anımsıyorlar ve çok sevdikleri hepsinin gözlerinden belli oluyor; belli ki güzel izler bırakmış, hatta hiç fotoğrafının çekilmesine izin vermeyen yaşlı bir teyze sadece rehberimizin onu fotoğraflamasına izin verip poz bile veriyor.
Rehberimizin sürprizi pansiyonda hazırlattığı öğle yemeğiymiş; çok güzel lezzette yöresel yemeklerimizi yiyip çaylarımızı içiyoruz, hatta ben bir ara şirin salonlarının minder koltuklarında güzel bir uyku çekiyorum. Yine hiç yürümeden bozuk toprak bir yoldan çıktığımız rakımı 2320 olan Huser Yaylasında bir nine, torunu ve yavru keçisi fotoğrafların esin kaynağı oluyor, biz de gözümüzü ve gönlümüzü doyururcasına bulutların üstünden hafif bir sisle birlikte manzaranın keyfini çıkarıyoruz. Keyifli bir gün geçirip tekrar Çat vadisindeki dağ evine dönüyoruz. O gece Hacer Aktaş, Sebahat Alan ve Meral Celep ile aynı odayı paylaşıp kıkırdaşarak, gülüşerek mutlu bir şekilde uyuyoruz...
Ertesi sabah erkenden kalkıyor kahvaltımızı yapıyoruz.. Osman çoktan gelmiş; pansiyonumuzu boşaltıp tekrar yola koyuluyoruz, arabada hoplaya zıplaya rotamızı Başköy Orta yayla üstünden Çermeş yaylası. Çermeş Yaylasından yürüyerek 2.795-3.000m yükseklikteki buzul göllerine çıkacağız bugün... Bu sefer Osman da dağdaşımız oluyor ve bize eşlik ediyor. Gülay Cengiz arkadaşımız portre fotoğrafı çekmek için yaylada kalmayı tercih ederek bizden ayrılıyor, biz başlıyoruz tırmanmaya; ödüm kopuyor ayakkabım yine ayağımı vuracak diye. Tam yolumuzun ortasında biri sevinçle bağırarak dağlardan iniyor, rehberimizde sevinçle bağırmaya başlıyor onu görünce, meğer Çermeş Gölünün yanında bir yayla evinde oturarak çobanlık yapan çoban Mehmet'miş gelen… Rehberimizi tanıyor uzaktan eredeyse sevinçten ağlayacak, aşağı köye telefonunu şarj etmeye ve yiyecek bir şeyler almaya iniyormuş… Hepimizle tek tek tanışıyor ayaküstü, geçen yıl gelen arkadaşlarımızı soruyor Meral Celep'i anımsıyor, nasıl candan, samimi, içten, gözlerinden sevinç fışkırıyor; ben iniyorum size yetişeceğim diyor heyecanlı bir mutlulukla. Gerçekten de biz daha yaylaya ulaşmadan arkamızdan yetişiyor; sırtında karpuz, kavun ve nevaleleri. Osman yardım etmek istese de taşımasına önce vermek istemiyor sonra zorla razı oluyor… Neşe içinde konuşa konuşa yukarı nasıl çıktığımızı anlayamıyoruz bile, hepimiz çok keyifliyiz. Çoban Mehmet bizden önce gidiyor taştan yapılmış evine ve bizi tulum çalarak karşılıyor; bizim yorgunluğumuz da kalmıyor elbet. Hemen gölün yanına yayılıyoruz, tulum müziği eşliğinde, dağların arasında, lacivert gölün çevresinde, sıcacık sevgi dolu; şehir hayatının keşmekeşi içinde unutulan, kaybolmuş insansı duygularımız coşuyor bu dağ başında... kısıtlı imkanlarda, gaz ocağında çay yapacak kadar engin misafirperverliği ile çoban Mehmet paylaşmanın en güzel dersini veriyor hepimize... Filiz Aşık Aydın, Elif Sındır, Meral Celep, Aysel Sığırlı, Sebahat Alan, Hacer Aktaş ve ben yedi bayanız, hepimize yaylada yetişmiş ve kurutularak demet yapılmış, sarı çiçekli buketler hediye ediyor aşağıda bir arkadaşımız daha olduğunu söyleyince ona da vermemiz için bir buket daha veriyor.. Ersin Şengül "bana yok mu peki " diye sorduğunda son kalan elindeki buketi de eşine vermesi için ona hediye ediyor... Taştan yığma evden çok sıradan bir barınak denecek yaşam alanının duvarlarına asarak beklettiği tüm çiçeklerini bize paylaştırmış oluyor…
Yol rehberimiz artık yola çıkma zamanının geldiğini söylediğinde tulumunu eline alıyor ve uğurlama müziği de ( yol havası) çalarak bizi uğurluyor; hepimiz buruk, biraz duygu yüklü çoban Mehmet'i orada bırakarak vadide inmeye başlıyoruz; biz gözden kaybolana kadar bize tepeden bakıp el sallıyor tulum çalarak uğurluyor çoban Mehmet. Onun vermiş olduğu çiçek buketini hepimiz saklayacağız ve baktıkça onu anacağız bunu adım gibi biliyorum…
Minibüse vardığımızda Gülay arkadaşımızı alıyoruz, çok güzel fotoğraflar çektiğini ve yayla sakinlerinin onu çok güzel ağırladığını söylüyor, hediye çiçek buketini ona teslim ediyoruz…
Aynı günün akşamında Elevit yaylasına geliyoruz ve pansiyonumuza yerleşiyoruz. Rehberimizin tanıdığı ve daha önce gelip gittiği yayla evinden bozma şirin bir yer; sahibesi Nevin hanım dünya tatlısı bir kadın orada kaldığımız sürede kendimizi evimizde hissetmemizi sağlıyor. Nasıl bir huzur, bir dinginlik; manzara desen muhteşem, her yer yeşil, sadece pansiyonumuzun kıyısından akan su sesi sessizliği bozan; yorgun ruhum dinleniyor… İçeride odun sobası gürül gürül yanıyor aylardan Ağustos’un ortası... Nevin hanım bizi ertesi gün beklediği için yemek yapmadığını söylüyor fakat hepimizi de doyurmayı başarıyor; çok maharetli çünkü…
Telefonlar çekmiyor; sohbetlerimiz keyifli, yüzlerimiz güleç, yorgunuz ama kimin umurunda...
Ertesi sabah da yine erkenden kalkıyor kahvaltımızı yapıyoruz; rotamız bu kez 2.587 m. deki Haçıvanak Yaylası. Toprak ve yumuşak bir zeminden otlara basa basa yürüyoruz, Micovit gölüne doğru. Yaylanın hemen yanından akan suların üzerinde taşlara basa basa, yoğun bir sis bulutu eşliğindeframbuaz yiyerek, hayır hayır kapışarak demeliydim; 3.000 m rakımlarda yine turkuvaz rengi bir buzul gölü; etraf sakin ve dingin, kendi yalnızlığında akıp gidiyor zaman.Yaklaşan yağmur bulutlarına bakıp Sis basmadan pansiyonumuza dönüyoruz, tatlı bir mutlulukla… Nevin hanımın hazırlamış olduğu Elevit çorbası ve lezzetli yemeklerini ayrıca baklavasını yiyor keyifli sohbetler ediyoruz; gülüşüp kıkırdaşıyoruz ve yine huzurlu bir uykunun derin rahatlığı...
Bugün ki rotamız Karmik Yaylası, kahvaltımızı ediyor yola çıkıyoruz; yine hoş ve yumuşak bir yol, rehberimizi bizi iyice çözmüş olmalı ki rotaları da ona göre belirliyor sanki; sis arkamızda, biz önde yine vurduk kendimizi başı dumanlı dağlara doğur... Karunç Yaylasının önünden geçiyoruz… Trovit Yaylasında çay içiyor, dinleniyoruz.. Trovit Yaylasının evleri şahane bir mimari ile inşa edilmiş taş ve hepsi eski; hayranlıkla bakıyoruz, arkadaşlarım fotoğraflarını çekiyorlar. İleride yükseklerde hava biraz kararmaya ve bulutlanmaya başlıyor, rehberimizin gözü başımızın üstünden akıp giden bulutlarda; Trovit Yaylasından çıkıp Karmik Yaylasına doğru ilerlemeye başlıyoruz fakat rehberimiz yarı yolda havayı kokluyor ve bize kısa bir mola verdiriyor, dere kıyısında öğle yemeği molası yine ayakları buz gibi akan suda serinletme; sonrasında geri dönelim diyor rehberimiz; biz hava açık desek de yağmur geliyor diyerek… Karmik Yaylasını uzaktan görüyor ve geri dönüyoruz ve olan oluyor elbette… Elevit Yaylasındaki pansiyonumuza az bir mesafe kaldığında yağmura yakalanıyoruz; yağmurluklarımız hazır, yavaş yavaş başlayan yağmur gök gürültüsü ile sağanak haline dönüşüyor ve çok yakınımıza yıldırım düşüyor; pansiyona geldiğimizde sırılsıklamız ama kimsenin şikayeti yok. Düşen yıldırımlardan sebep Pansiyonumuzda elektrik de yok ine de hiç keyfimiz bozulmuyor; mutluyuz, huzurluyuz; lezzetli yemeklerimiz hazır, sohbetlerimiz hoş…
Yardımlaşmanın ve birbirimize ihtiyaç duymanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum… ve daha çok duygusal olarak bağlanıyorum grup arkadaşlarıma; sanki yıllardır bu arkadaşlarımla bir aradaymışız hissini yaşıyorum dostluk duygularımı pekiştirerek.
Ertesi sabah Elevit Yaylasındaki pansiyonumuzdan da bavullarımızı toparlayıp ayrılıyoruz; Nevin hanımla öpüşe koklaşa vedalaşıyoruz…
Osman’ın işi varmış onun yerine arkadaşı Ercan geliyor bugün; yeni rotamız Amlakit Yaylası; giderken Trovit Aşıtında duruyoruz ve tüm vadiyi ayaklarımızın altına alıp bir gün önce yürüdüğümüz yaylaları kuşbakışı seyrediyoruz yine; fotoğraflarını çekiyoruz, hatta horona duruyoruz bildiğimiz kadar…
O kadar çok Karadeniz şarkıları dinliyoruz ki artık sözlerini bile ezberlediğimizi fark ediyoruz; rehberimiz önde yürürken söylüyor biz tekrarlıyoruz...
Artık ayaklarım alışıyor ayakkabılarıma canım filan yanmıyor keyfim yerinde…
2.450 m rakımlı Samistal Yaylasındayız; rehberimiz inin diyor yaylaya varmadan biz de iniyoruz; meğer indiğimiz yer telefon tepesi yani telefonların çektiği alanmış. Samistal Yaylasında kısa bir gezinti yapıyoruz, Amlakit Yaylasına yürüyerek ineceğiz... karşı dağlarda Pokut ve Sal Yaylalarını görüyoruz uzaktan uzağa... Samistal Karadeniz’in en yüksekte olan yaylasıymış… Ercan çantalarımızı minibüs ile Amlakit Yaylasına götürmek için ayrılıyor bizden; yine dağlarda ve yine ayaklarımızın altında uzanıp giden geniş, ormanlık bir alan yürümeye başlıyoruz; bir yandan Likapa yiyoruz, yani yaban mersini; bu arada Mustafa Çapa devamlı gurubumuzu fotoğraflıyor; onu bir önde bir arkada bir tepede bir aşağıda görüyorum. Uzun bir inişten sonra orman içine giriyoruz; "hızlanın, yağmur geliyor" diyor rehberimiz ama orman öyle güzel ki; rehberimizin istediği hıza erişemeyince yağmura yakalanıyoruz; bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru bir yayla evinin saçağı altına girerek izlemeye başlıyoruz… Pansiyonumuz karşımızda öylece bakıyoruz... Yine sırılsıklam oluyoruz; yine yağmurluklarımız üzerimizde lakin yetmiyor ama hepimiz bunun da keyfini çıkarıyoruz; hiçbir şey keyfimizi bozamıyor anlayacağınız… Sonunda yağmur hafifliyor ve biz pansiyonumuza gidebiliyoruz... Odalarımıza yerleşip banyolarımızı yapıyoruz. Ufuk Pansiyon; şirin bir pansiyondayız şahane bir manzarası var; akşam yemeğine vaktimiz var. Filiz Aşık Aydın, Meral Celep, Elif Sındır ve ben okey masası kuruyoruz; yan masamızda Mehmet Kaymakçı, Mehmet Aktaş, Ersin Şengül bazen Mustafa Çapa ve Rehberimiz okey oynuyor... Onlar ciddi ciddi oynarken biz kahkahalar atarak birbirimize sataşarak oyunu sulandırıyoruz... Çok mutlu ve keyifliyiz... Çok da açız yemek saatini dört gözle bekliyoruz…
Akşam Elif Sındır kaç gündür söylemediği bir derdini söylüyor; ayak başparmağında tırnağının bir sorunu var; o kadar çekingen ki hiç ses etmiyor, neredeyse düşmek üzere olan ayak tırnağı ile günlerdir yürümüş; kendimden utanıyorum.. Doktorumuz dağdaşımız Mehmet Aktaş artık yürümemesine karar veriyor ve son iki gün istirahat diyor...
Neşe içinde yemeklerimizi yiyoruz; karşımızda oturan bir grup var onlar da çok neşeli tüm Karadeniz şarkılarını tekrar tekrar dinliyoruz tulum eşliğinde, bu kez tulumcular daha profesyonel; yerel sanatçı Gökhan Birben’e eşlik eder çalarlarmış; iyice keyifleniyoruz… onların eğlencesi ilerleyen geceye rağmen daha sürüyorken bizim yatmamız gerekiyor; ertesi gün Hazindak yaylasına gideceğiz; Aysel Filiz Aşık Aydın ve Hacer Aktaş daha önce gittikleri için biliyorlar ve bize yolumuzun çok keyifli olduğunu söylüyorlar. Gerçekten de bir müddet toprak yoldan gittikten sonra orman içinde tarihi bir patika yola girerek ormanda yürüyüşümüze devam ediyoruz… Muhteşem güzellikte bir yoldayız… 1.967m rakımlı Hazindak Yaylasına erişinceye kadar yürüdüğümüz bu yol seyahatimin en güzel anılarından biri olarak hafızama yerleşiyor... Hazindak Yaylasında rehberimizin tanıdığı dostları var.. bizi neşe ile karşılıyorlar.. Karadenizlilerin o muhteşem misafirperverliği ile ağırlıyorlar; muhlamalar yapılıyor, baklavalar çıkarılıyor; elbette yanında çay. Bizde bir keyif bir keyif adeta düşman çatlatıyoruz... Tekrar aynı yoldan iniyoruz Amlakit Yaylasına, bir mutluluk bir mutluluk.. kıkır kıkır kikirdiyoruzyol boyunca... Birbirimize çok alıştık çok…
Meral Celep bizden bir gün önce dönecek… telefonlar çekmediği için elinde telefon köşe bucak çeken bir yer aradı durdu… bazen pencere önünde, bazen pansiyonun köşesinde onu elinde telefonu ve gülen gözleri ve güzel yüzü ile onu da aklıma kazıdım…
Gece oda arkadaşım Sebahat Alan'a soruyorum,” pişman oldun mu bana takılıp geldiğine” diye; asla pişman olmadım hatta hayatımın en anlamlı yolculuklarından biri oldu, beni böyle değerli bir gurupla tanıştırdığın için teşekkür ederim diyor…
Ertesi gün buruk bir şekilde Meral Celep'i uğurluyoruz; tekrar görüşeceğimize söz alarak..
Ersin Şengül son parkur için gelme taraftarı değil, biraz dizini dinlendirmek ve yaylayı tanımak istediğini söylüyor ve biz de son parkurumuzu yürümek üzere yola çıkıyoruz. Karmikureç buzul gölüne doğru bu kez rotamız…
Yollarda Aysel ve Hacer evlerine götürmek üzere frambuaz ve likapa topluyorlar; Hacer benim de daha önce dağdaşım olan ablası Sevgili Züleyha Aktaş'a götürecek, Aysel ise küçük yeğenini tanıştırmak istiyor bu nefis tat ile; ben, hatta hepimiz toplamasına yardım ediyoruz; bir yandan da yiyoruz tabi; mükemmel bir yabani lezzet bu.
Karmikureç buzul gölüne vardığımızda rehberimiz suyun çekilmiş olduğunu söylüyor; Karadenizde de kuraklık başladıysa varın gerisini siz düşünün artık; gölün etrafına her zaman ki gibi yayılıyoruz... Yorgunuz… Hacer büyük bir cesaret gösterip ben göle gireceğim diyor, giyiniyor ve serin sulara karışıyor... Yanımda mayom yok zaten pek niyetim de yok ama öyle hoş yüzüyor ki; imreniyor, kıskançlıktan çatlıyorum... Çatladığımı anlamış olmalı ki istersen mayomu verebilirim diyor; zevkle kabul ederek giysilerini giyiyorum ve serin sulara kendimi atıveriyorum; o kadar mutluyum ki… Bir buzul gölünde yüzmek her kula nasip olacak bir şey değil; gerçekten çok mutluyum…
Ve tekrar pansiyona dönüş başlıyor...
Son sabah Osman bizi almaya geliyor… Trabzon havalimanına götürecek; hazırlanıyoruz ve yola çıkıyoruz. Alışveriş ederek, güle oynaya Trabzon’a varıyoruz ve ona çok teşekkür ederek vedalaşıyoruz ama sadece yolculuğumuzdu sona eren dostluğumuz uzun sürecek bundan sonra eminim...
Dağdaş ve yol arkadaşlarımızla, dostlarımızla da yolculuğumuz daha bitiyor; artık onlar İzmir'e biz İstanbul'a; İçim bir hoş biraz buruğum. Onların bana neler kattıklarını bir bilseler; sadece dağ, orman, yayla, doğa yolculuğu değil bu; hayata bakış açını değiştiren derin dostlukların da oluşmasına dayanan keyifli bir yolculuk, kahkahalarım hep bu yüzden...
Bizi aynı çatı, aynı bakış altında toplayan Sevgili Yol rehberimiz ZEYNEL AYDIN bizim böyle güzel anılar ve anlar biriktirmemize sebep olan sizsiniz; size olan güven ve inancımı hiç zedelemediniz… Sizin için burada ne yazsam, nasıl övgülerde bulunsam az olacak; sizi tanımak için mutlaka etkinliklerinize katılıp yaşamak gerekmektedir ki siz her zaman böyle etkinliklerde benim başkahramanımsınız; sonsuz teşekkürler…
Mahmure Erten/İstanbul
23 Ağustos 2017