-
Doğa yürüyüşü denince aklınıza kim gelir?
Tabi ki biz; neredeyse 30 yıla yakın bir tecrübe deneyimlerin süzgecinden geçerek geldik
- Patikatrek
- Haberler-Duyurular
- Doğa yürüyüşü denince aklınıza kim gelir?
Doğa yürüyüşü denince aklınıza kim gelir?
19 Mart sabahı İzmir’de, bir gün öncesine inat pırıl bir güneş vardı. Doğa yürüyüşü için buluşma noktamıza vardığımızda grubun bir kısmını bizi beklerken bulduk. Henüz yolda olan arkadaşlarımızı da bir müddet bekledik… Tam hareket etmek üzereyken bize doğru koşarak gelen bir kişi daha vardı, onu da aldık aracımıza ve saat Sabah sekizde yola koyulduk Grup üyelerinin birçoğunu henüz tanımıyorduk… Yabancı gözlerle birbirimize “günaydın nasılsınız “ derken, tanışma seremonisi sona ermiş oluyordu.Ilık esen sabah rüzgârından mı, yoksa pırıl pırıl güneşin içimizi ısıtması mıydı bizi bu kadar birbirimize yaklaştıran bilinmez, varyant yokuşunu tırmanıncaya kadar, araçtaki sessizlik, yerini sıcak sohbetlere ve gülüşmelere bırakıverdi. …
Nasıl ki her şeyin bir sonu varsa günlerdir İzmir’e yağan yağmurların da bir sonu olacaktı elbet. Günlerdir fotoğraf makinelerimize olan hasretimiz de böylece noktalanmış oluyordu. İzmir ve Ege’ye bahar çoktan”merhaba” demişti. Bu güzel Pazar sabahını da bizim için hazırlamış, kırları yeşile boyarken, aralarına da bembeyaz papatyaları özenle serpiştirmişti.
Uzun zamandır ilk defa misafir olduğumuz doğa, davetkâr ve cömert, bizi bekler gibiydi. Menderes’te yol kenarındaki fırından sıcak ekmeklerimizi ve son alışverişlerimizi de yaparak yönümüzü Değirmendere’ye cevirdik.
Badem ağaçlarının beyaz çiçekleriyle süslediği Değirmendere’ye geldiğimizde saat 09.05 idi. Rehberimiz 25 dakikalık sabah çayı molası verdiğimizi söylediğinde hepimiz köy kahvesine çoktan doluşmuştuk bile… Kahvecinin telaş içinde masaları birleştirmesiyle tekrar bir masanın etrafında toplandık. Sabah güneşiyle ısınıp, buharı üzerinde tüten demli çaylarımızı yudumlarken stres, yorgunluk, kırgınlık sıkıntı namına ne getirdiysek şehirden hepsinden arınıp kurtuluvermiştik. Üst üste içtiğimiz birkaç çay sonrasında, bizi şaşkın gözlerle izleyen Kahvenin ihtiyar konuklarına da el sallayıp, ellerimizde fotoğraf makineleriyle koyulduk patikalara… Çam kokulu ormanlar içinde yükselmeye başladıkça vücut ısılarımız da yükselmeye başladı… Kısa kısa molalar ile nefeslerimizi açarken ve istikrarlı bir tırmanış sonucunda vardığımız tepeden gördüğümüz Değirmendere ovası ve tahtalı baraj manzarası izlenmeye değerdi..
Bir süre çalılıklar arasında kıvrılarak giden patikada pantolonlarımızı yırtmamak için dikkatlice yürüdük… Tam “başka yol yokmuy du gidecek” diye düşünürken buradan gelişimizin esas sebebini de öğrenmiş olduk..Tam bu bölgede günlerdir hayal ettiğimiz DAĞ GÜLLERİYLE tanıştık.. Çalılıkların arasına sanki bizim için serpiştirilmiş gibi duran Dağ güllerini görmeye başladık. O kadar narinlerdi ki, hepimiz balerin gibi yürüyorduk dağın taşın arasında paçalarımızı tırmalayan çalılıklarda.
Yorgunluktan mı ,bu güzellikleri görmekten mi, nabzımızın yükselmesinden mi bilinmez, sürekli mola isteğimize rehberimiz hiç itirazsız uydu.Biz de fırsattan istifade, bu kısa molalarda, hepimiz ayrı bir çalının dibinde, fotoğraf makinemizle güzel kareler yakalamak derdindeydik… Onca yokuşu tırmandıktan sonra alçalmaya başladığımızda,” madem alçalacaktık neden tırmandık hocam “ türünden esprilerle rehberimize takılmayı da ihmal etmedik.
Karacadağ yaylasının çam ormanları arasındaki yeşil çayırlarına indiğimizde, esas renk cümbüşünün bizi bu güzel yaylada beklediğini anladık… Kırmızısı, moru, laciverti, pembesi ve beyazıyla rengârenk dağ güllerinin süslediği yeşil çayırlarda, nereye basacağımızı dikkatlice seçerek yürüdük. Artık iyiden iyiye acıkmaya da başlamıştık… Yine “Nerede bu mola yeri “ derken şırıl şırıl akan derelerin kıyısından, yürüyerek doğayı da seyre dalıp mest olmuş bir durumda mola yerimize ulaştık. Fotoğraf makinelerimizi bir taşın üstüne koyup elimizi yüzümüzü akan soğuk suyla yıkamayı da ihmal etmedik tabi.
Mola yerine varır varmaz yemek hazırlıklarına başladık elbirliğiyle. Kamp ateşi için, odun Çalı, çırpı ne varsa etrafta topladık.
Ocağımız çabuk alevlendi… Sucuklar çöplere takıldı ve herkes ateşin etrafında yerini aldı. Derken menümüzün baş yiyeceği sucuklar kızarmaya başlamıştı bile… Filiz, Serap ve Gülsüm’ün hazırladığı dolmalar ve kısır eşliğinde tıka basa yedikten sonra, Kamp ateşinde demlenen sürpriz çay içimizi ısıttı ve midemize ilaç gibi geldi…
Zaman o kadar hızlı gecmişti ki, bize kalsa oracıkta yatıp uykuya varırdık… Ama rehberimizin çaldığı düdük sesiyle uyandığımızda saat 15.00 di.
Artık dönüşe geçmiştik. Dönüş yolumuz yine çam ormanları arasında ve tatlı bir iniş şeklinde gerçekleşti. Ormanın Denizle birleştiği noktada bizi bekleyen Özdere manzarasını seyre daldığımızda güneş ışıklarını da deniz üstünden uğurladık… Yavaş yavaş ve dikkatle indiğimiz yamaçtan aşağı ilerlerken Tuğrul’un ve Ergun’un esprileriyle, Mustafa’nın, Fikret’in, Şuayip’in, Caner’in, Erdinç’in ve kızların o sıcacık sohbetiyle günün nasıl bittiğinin farkına bile varamadık… Bir tek dağ gülüne bile zarar vermeden patikamızın sonuna gelmiştik bile..Bizi bekleyen son sürpriz ise Özdere de verdiğimiz akşam çayı molasıydı..
Bu güzel gün için Zeynel ağaya, güzel sohbetleri, sıcacık gülüşleri için tüm arkadaşlara
Teşekkürler…
19.03.2006
Özge